Esas No: 2014/20219
Karar No: 2014/20219
Karar Tarihi: 26/10/2016
Anayasa Mahkemesinin bu kararı bireysel başvuru kararı olup kişisel veri içerme ihtimali bulunmaktadır. Her ne kadar yayınlamakta yasal bir sakınca bulunmasa da bunun kişilere zarar verme ihtimali karşısında bu kararı yayınlamıyoruz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
GÖKTUĞ TOLGA DEMİRALP BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2014/20219) |
|
Karar Tarihi: 26/10/2016 |
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Burhan ÜSTÜN |
Üyeler |
: |
Nuri
NECİPOĞLU |
|
|
Hicabi DURSUN |
|
|
Rıdvan GÜLEÇ |
|
|
Yusuf Şevki
HAKYEMEZ |
Raportör |
: |
Şermin
BİRTANE |
Başvurucu |
: |
Göktuğ Tolga
DEMİRALP |
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, hatalı teşhis ve tedavi uygulanması nedeniyle maddi
ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının; olayda kusuru bulunan
kamu personeli aleyhine açılan tazminat davasının reddine dair kararların
gerekçesiz olması ve davanın makul sürede sonuçlandırılamaması nedenleriyle
adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 29/12/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan
yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi
neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 28/5/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Başvuru belgelerinin bir örneği 28/3/2016 tarihinde, bilgi
için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş sunmamıştır.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal
Yargı Ağı Bilişim Sistemi"nden (UYAP) erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde
ilgili olaylar özetle şöyledir:
6. Başvurucu, 19/5/1997 tarihinde geçirdiği trafik kazası
üzerine Konya Numune Hastanesine kaldırılmış; anılan Hastanede başvurucuya
tıbbi müdahalede bulunulmuştur. Anılan Hastane tarafından verilmiş 19/5/1997 tarihli
rapor ve hasta müşahade belgelerinde, başvurucunun genel durumunun orta ve
şuurunun açık, fizik muayenesinin normal olduğu, frontal bölge ön kısmında kesi
bulunduğu, gözlem amacıyla ve kapalı kafa travması tanısı ile Beyin Cerrahisi
Servisine yatırıldığı, radyografileri ile bilgisayarlı beyin tomografisinin
(BBT) normal olarak değerlendirildiği, hayati tehlikesi bulunmadığı, tedavi
sonrası aynı tarihte hastanın kendi isteği üzerine taburcu edildiği
belirtilmiştir.
7. Başvurucu, yakınları tarafından aynı tarihte Ankara B. Tıp
Merkezine getirilmiş, burada yapılan muayenede "Glaskov
koma skoru 15,4 extremite felç, ellerde tama yakın 4/5 felç, alt extremiteler
tam felç, T1 (Trokal 1) omurga seviyesi altında his kaybı mevcut, boyun 6-7
omurlarında kayma, omur yaralanması mevcut" şeklinde
değerlendirilerek ameliyata alınmış; cerrahi müdahalelere rağmen felçli
kalmıştır. Bireysel başvuru formunda başvurucu tekerlekli sandalyeye mahkûm
şekilde hayatını sürdürdüğünü belirtmiştir.
8. Başvurucunun babasının şikâyeti üzerine Sağlık Bakanlığı
Teftiş Kurulu tarafından başvurucunun ilk tedavisini yapan Doktor M.B. hakkında
inceleme ve soruşturma yapılmış, Konya Selçuk Üniversitesi Nöroşirurji Anabilim
Dalı öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyetinden, başvurucunun
baş ve boyun tomografileri ve diğer radyoloji tetkiklerinin normal olarak
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorulmuştur. Ayrıca olay günü Konya
Numune Hastanesinde başvurucuya tedavi uygulayan personelin ifadeleri
alınmıştır.
9. Soruşturma sonucunda Sağlık Bakanlığı başmüfettişi tarafından
hazırlanan26/8/1997 tarihli raporun ilgili kısımları şöyledir:
"...icapçı nöbetçi Nöroşirurji Uzmanı Op.Dr. M.B."nin hastaya ait
telekardiyografi, lumbosakral film, ...kafa grafisi,...beyin tomografisi ile
ilk altı omuru gösteren servikal tomografiyi değerlendirerek normal bulduğu,
ancak hasta yakınlarının hastanın boynunun ağrıdığını, ayağının altının
tırnakla çizilince tepki göstermediğini, ayaklarında hissizlik ve çekememe
şikayetlerinin olduğunu ısrarla belirtmelerine rağmen, hastanın felç yönünden
doğru dürüst bir muayeneden geçirilmediği, şayet usulüne uygun nörolojik sistem
muayenesi yapılmış olsaydınörolojik muayene normal değerlendirilmeyerek, B. Tıp
Merkezinde yapılan muayenede tespit edilen "Glaskov koma skoru 15,4 extremite
felç, ellerde tama yakın 4/5 felç, alt extremiteler tam felç, T1 (Trokal 1)
omurga seviyesi altında his kaybı mevcut, 6-7 boyun omurlarında kayma, omur
yaralanması mevcut" şeklindeki değerlendirmenin hiç olmazsa birinin
yakalanacağı, M.B"nin boyunla ilgili şikayetler için servikal bölgede
tetkikleri yoğunlaştırmak yerine Bilirkişi Raporunda da belirtildiği gibi
servikal bölge için radyolojik tetkik yaptırmayarak böylece C 6-7"de bulunan
kemik patolojiyi atladığı, yine Bilirkişi Raporunda belirtildiği üzere servikal
tomografide ilk altı boyun omurunun tetkik edildiği, ancak altı ve yedinci
boyun omurlarına bakılmadığı, hadisenin de zaten 6. ve 7. boyun omurlarında
bulunduğundan dolayı bu bölgenin tomografisi de incelenmeyerek bölgedeki kemik
patolojinin tomografi ile de tespitine imkan kalmadığı, Op.Dr. M.B."nin
hastanın teşhisini yanlış koyarak hasta sahiplerine hastanın hiç bir şeyi yok,
istediğiniz zaman taburcu olabilirsiniz diyerek, bu yaklaşımıyla hasta
sahiplerince inandırıcı bulunmadığından hastayı bir başka yere nakletmeye hasta
sahiplerini yönlendirdiği, hastanın bir boyunlukla korunmasını dahi
sağlamayarak transportuna neden olduğu,
Böylelikle gerekli tetkikleri yapmayarak,
yanlış teşhis koyarak, hastaya zamanında gerekli müdahaleyi yapmayarak,
korunmasız bir halde transportuna sebebiyet vererek hasta Tolga Demiralp"in
ellerini ve ayaklarını kullanamaz, üriner ve anal sistemini kontrol edemez bir
halde tekerlekli sandalyeye bağlı kalmasına neden olunduğundan, Konya Numune
HastanesiNöroşirurji Uzmanı Op.Dr. M.B."nin, incelenen hastane kayıtları,
bilirkişi raporu, tanık ve savunma ifadelerine göre kusurlu olduğu
anlaşılmıştır."
10. Anılan raporun sonuç bölümünde, M.B. hakkında 14/7/1965 tarihli
ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu"nun 125. maddesinin birinci fıkrasının C
bendinin (ı) alt bendi uyarınca 1/8 oranında aylıktan kesme cezası uygulanması
teklif edilmiş; ayrıca konu ile ilgili fezleke düzenlendiği belirtilmiştir.
11. Sağlık Bakanlığının 14/11/1997 tarihli işlemiyle M.B.
hakkında 1/8 oranında aylıktan kesme cezası uygulanmıştır.
1. İlgili Doktor Hakkında
Açılan Ceza Davasına İlişkin Süreç
12.Adı geçen Doktor M.B. hakkında kamu davası açılmış; Konya 6.
Asliye Ceza Mahkemesince verilen 25/12/2000 tarihli ve E.1999/1974, K.2000/2118
sayılı kararla davanın 21/12/2000 tarihli ve 4616 sayılı 23 Nisan 1999 Tarihine
Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların
Ertelenmesine Dair Kanun"un 4. maddesi uyarınca kesin hükme bağlanmasının
ertelenmesine hükmedilmiştir.
2. Sağlık Bakanlığı Aleyhine Açılan Tazminat
Davasına İlişkin Süreç
13. Başvurucu, Sağlık Bakanlığına müracaat etmiş; Konya Numune
Hastanesinde kendisine uygulanan işlemler nedeniyle felçli kaldığını, ilk tedavisini
yapan Doktor M.B.nin gerekli tetkikleri yapmadığını, Sağlık Bakanlığı
başmüfettişi tarafından hazırlanan 26/8/1997 tarihli raporda Doktor M.B.nin
yanlış teşhis koyduğunun tespit edildiğini ve bu nedenle idarenin hizmet kusuru
bulunduğunu belirterek kendisi yönünden 2.000 TL manevi, 15.000 TL maddi ve
babası Metin Demiralp için 2.000 TL manevi tazminat talep etmiştir. Bu talep
17/6/1998 tarihli işlemle reddedilmiştir.
14. Bunun üzerine başvurucu, 17/9/1998 tarihinde Konya 1. İdare
Mahkemesinde Sağlık Bakanlığı aleyhinetazminat davası açmış; kendisi yönünden
5.000 TL manevi, 15.000 TL maddi, anne ve babası için ayrı ayrı 2.500 TL manevi
tazminat talep etmiştir.
15. Konya 1. İdare Mahkemesi tarafından alınan 28/2/2000 tarihli
raporda 1. derece kalıcı sakatlık hâli nedeniyle başvurucunun çalışma gücündeki
azalma oranının %100 olduğu belirtilmiştir.
16. Konya 1. İdare Mahkemesinin 6/7/2000 tarihinde davanın
kabulü yönünde verdiği karar, Danıştay 10. Dairesinin 19/3/2002 tarihli
kararıyla idarenin hizmet kusurunun tespiti için Adli Tıp Kurumundan rapor
alınması gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur.
17. Bozma üzerine yapılan yargılama sonucunda Konya 1. İdare
Mahkemesi, ara kararlarına rağmen davalı idarece gerekli tıbbi kayıtların
gönderilmemesi nedeniyle Adli Tıp Kurumu tarafından kusur tespitinin
yapılamadığını, bu nedenle dava dosyası içeriğindeki mevcut bilgi ve belgelere
göre karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
18. Mahkeme, 28/9/2007 tarihli ve E.2005/353, K.2007/1359 sayılı
kararıyla davanın kabulü ile başvurucu lehine 15.000 TL maddi, 2.000 TL manevi,
babası yönünden 2.000TL manevi olmak üzere toplam 19.000 TL tazminatın idareye
başvuru tarihi olan 18/5/1998 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle
birlikte ödenmesine karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:
“Bakılan davada, davacıların 19/5/1997
tarihinde trafik kazası geçirdikleri saat 17:30 sıralarında, Tolga Demiralp"in
yaralı olarak Konya Numune Hastanesine getirildiği, ilk müdahalenin acil
serviste nöbetçi pratisyen doktor ile nöbetçi KBB uzmanı doktor tarafından
yapıldığı, röntgen filmlerinin çekildiği ve kan tetkiklerinin yapıldığı, icapçı
nöbetçi Nöroşirurji uzmanı doktorun hastaneye çağrıldığı, kendisine daha önce
çekilen filmler ile ayrıca beyin tomografisi ve ilk altı omuru gösteren
servikal tomoğrafiyi değerlendirerek normal bulduğu, hasta yakınlarının
ısrarına rağmen ayak uyuşmasının değerlendirilmeyerek icapçı doktorun
hastaneden ayrıldığı, hasta yakınlarının hastayı istedikleri yere istedikleri
gibi götürülebileceği söylendiği, anne-baba hastayı saat 23 sıralarında
ambulansla Ankara B. Tıp Merkezine götürdükleri, hastaya boyunluk takılmadığı
ve söylenmediği, saat 02:00 sıralarında B. Tıp Merkezinde nörolojik muayene
yapıldığı ve hastanın kısmen felç olduğununve 6-7 omurlarında kayma tespit
edildiği, hastanın tedavisine rehabilitasyon merkezinde devam edildiği,
4/6/1997 tarihli raporda, hastanın felç olduğunun ifade edildiği, günde 5-6 kez
değişen sonda ile yaşadığı, bunun üzerine davacılarca Sağlık Bakanlığı"na
başvurularak G.Tolga Demiralp için 2.000.YTL manevi, 15.000.YTL maddi ve Baba
Metin Demiralp için 2.000.YTL manevi tazminat istendiği anılan talebin
17.06.1998 gün ve 09970 sayılı işlemle reddi üzerine, bakılmakta olan davanın
açıldığı anlaşılmaktadır.
Danıştay 10. Dairesi"nin 19/3/2002 gün ve
2000/6040 esas; 2002/776 sayılı kararıyla idarenin hizmet kusurunun tesbiti
için Adli Tıp Kurumu aracılığı ile dosya üzerinde yaptırılacak inceleme sonrası
bir karar verilmesi gerekçesiyle bozulması üzerine mahkememizce bozma kararına
uyularak dosyanın Adli Tıp Kurumuna gönderildiği, 2/11/2005 tarihinde Adli Tıp
Kurumu tarafından hasta hakkında düzenlenmiş tüm tıbbi belgelerin aslı yada
okunaklı fotokopilerinin ve çekilen tüm film ile grafilerin teminen
gönderilmesi istenmiştir. Adli Tıp Kurumunun dosya üzerinde hizmet kusurunun
varlığını tesbit edebilmesi amacıyla gerekli belgelerin, film ve grafilerin
temini için 23/11/2005 tarihli ara kararımızla davalı idareden ve B. Tıp
Merkezi"nden tüm tıbbi belgeler istenilmesine rağmen, B. Tıp Merkezi"nin hasta
dosyasının ve grafilerin 16/7/2002 tarihinde Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesine
gönderildiğine ilişkin cevap verildiği, davalı idarece istenen belgelerin
tamamı sunulmadığından 08/02/2006 tarihli ara kararımızla, davalı Sağlık Bakanlığı"ndan
Sağlık Bakanlığı müfettişlerinde olduğu anlaşılan davacı hastaya yapılan Konya
Numune Hastanesi"ndeki müdahaleye ilişkin film, grafi ve tomografilerin
istenildiği, Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinden B. Tıp Merkezine ait tüm
filmler, tomografiler BBT ve grafilerin istenildiği, Konya 3. Asliye Hukuk
Mahkemesi"nce ara karar gereklerinin yerine getirildiği, davalı idare
tarafından ise istenilen belgelerin asılları, film, grafi ve tomogrofilerin
Sağlık Bakanlığı Başmüfettişlerinden Ü. K. tarafından teslim alındığı, halen
teslim edilmediği yönünde cevap verilmiştir. Bunun üzerine 21/03/2006 tarihli
ara kararımızla 20 gün süre verilerek davalı Sağlık Bakanlığından, Konya Numune
Hastanesinde davacıya yapılan tıbbi müdahaleye ilişkin tüm film, grafi ve tomografilerin
ikinci kez istenilmesine, ara kararı gereği yerine getirilmediği takdirde
ilgililer hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı"na suç duyurusunda bulunulacağı
bildirilmesine rağmen ara karara cevap verilmemesi üzerine dosyada temin
edilebilen tıbbi belgelerle birlikte dosyanın 8/6/2006 tarihinde ikinci kez
Adli Tıp Kurumuna gönderildiği, 18/12/2006 tarihinde ise Adli Tıp Kurumu
tarafından mevcut grafiler arasında Konya Numune Hastanesi"nde çekilen servikal
BT"ler olmadan kusur tespitinin yapılamayacağı gerekçesiyle dosya tekrar
mahkememize gönderilmiştir. Davacı hasta için Konya Numune Hastanesi"nde
çekilen servikal BT"lerin tamamının mahkememize ibrazı için 06/03/2007
tarihinde davalı Sağlık Bakanlığı"ndan ara kararımızla istendiği, bu karara
cevaben istenilen belgelerin 07/06/2007 tarih ve 4626 sayılı yazıları ekinde
Mahkememize gönderildiği ifade edilmiş ancak; dosyada yapılan tetkik sonucu
07/06/2006 tarih ve 4626 saylı davalı idare yazısı ekinde Mahkememize sadece
Ankara B. Tıp Merkezinde yapılan tıbbi işlemlere ilişkin belgeler ile filmlerin
gönderildiği bunlar arasında Konya Numune Hastanesinde çekilen servikal
BT"lerin mevcut olmadığının anlaşılması üzerine, 17/05/2007 tarihinde ikinci ve
son kez istenilmesine, ara karar gereğinin süresinde yerine getirilmemesi
halinde defalarca yapılan ara karara rağmen davalı idarece istenilen belge
sunulmadığından dosyadaki bilgi ve belgelere göre karar verileceği hususunda
son bir ara karar daha yapılmıştır.
Bu ara kararımıza verilen cevapta, 26/06/2007
tarihli Konya Valiliği İl Sağlık Müdürlüğünün yazısında dava ile ilgili olarak
Konya Numune Hastanesinin hasta dosyasında servikal tomografilerin olmadığı ve
tomografi cihazının da çekilen tomografileri hafızasına kaydetmediği, bahsi
geçen tomografilerin 26/06/1997 tarihinde Sağlık Bakanlığı Başmüfettişi Ü.
K."ye teslim edildiği ve halen teslim alınmadığı ifade edilmiştir. Mahkememizce
yapılan ara kararlara rağmen davacı hastanın Konya Numune Hastanesindeçekilen
Servikal BT"lerin en son Sağlık Bakanlığı Başmüfettişi Ü. K."ye teslim edildiği
ancak ısrarla Mahkememize ibraz edilmediği anlaşıldığından bu haliyle Adli Tıp
Kurumunca da hizmet kusurunun tespiti yönünde inceleme yapılmasının mümkün
olmadığı dikkate alınarak dava dosyası içereğindeki mevcut bilgi ve belgelere göre
karar verilmesi gerekmektedir.
Dosyada bulunan belge ve bilgilerin
değerlendirilmesinden; G.Tolga Demiralp"in yaralı olarak anılan hastaneye
getirilmesini müteakip rutin muayene, müdahaleler yapılarak icapçı nöbetçi
Nöroşirurji uzmanının çağrıldığı, anılan doktorun çekilen film ve tahliller
yanında beyin tomogrofisi ve ilk altı omuru gösteren servikal tomografi
değerlendirerek hastayı normal bulduğu, Sağlık Personeli olan anne ve babanın
ayaklardaki his kaybına dikkat çekmesine rağmen felç yönünde muayene yapmaya
yanaşmadığı, ilk altı omurla ilgili tomogrofiyi yeterli bulduğu, oysa daha
sonra yapılan muayenelerde 6-7 omurlarda kayma tespit edildiği, anılan doktorun
tomogrofiyi daha alttan istemesi halinde bunu tespit edebileceği, hasta
sahiplerine hastanın hiçbir şeyi olmadığını, istedikleri zaman
götürebileceklerini, dosyasında boyunluk notunun bulunmadığının orada bulunan
tanıklarca ifade edildiği, sonradan boyunluk notunun dosyaya girdiği, netice
olarak anılan doktorun gerek muayene ve teşhisteki özensizliği, gerekse
boyunluksuz olarak hasta sevkine izin vermesi sebebiyle hizmet kusuru oluştuğu
sonuç ve kanaatine varılmıştır. Nitekim davalı idare başmüfettişince hazırlanan
26/08/1997 gün ve 101/12 sayılı soruşturma raporunda da; anılan doktorun muayene-teşhis
ve hasta takibi konusundaki kusuru ortaya konularak, disiplin cezası
önerilmiştir.
Hizmet kusurunun tespitinden sonra buna dayalı
maddi sorumluluğu ele almak gerekir. Davacıların talep ettiği maddi tazminat
G.Tolga Demiralp"in iş gücü kaybı sebebiyle uğradığı maddi zarara karşılıktır.
Anılan zararın hesabı için öncelikle Konya Adliyesinde görevli Adli Tıp Uzmanı
Dr. Ertan Güven"den alınan 28/2/2000 tarihli raporda özetle, "Tolga
Demiralp"in çalışma gücündeki azalma oranının %100 olduğu, 1. derece sakatlık
olduğu, iyileşmesinin söz konusu olmayacağı" görüşüne yer verilmiş olup,
buna göre re"sen seçilen Av. Uğur Şen Aydın"dan G.Tolga Demiralp"in çalışma
gücündeki azalma sebebiyle uğradığı maddi zararın hesaplanması istenilmiş olup
6/3/2000 tarihli raporda "Netice olarak, iskontolu kazanç tutarı,
30.264,81.YTL olduğu." belirtilmiştir.
Anılan rapor taraflara tebliğ edilmiş olup
davacı tarafça itiraz edilmemiş davalı idare tarafından sunulan 11/5/2000
havale tarihli dilekçe ile "Sakatlık derecesinin usulsüz tespit edildiği,
hastanın çalışma yaşının yanlış alındığı, ücret miktarının fahiş bulunduğu,
müterafik kusurun değerlendirilmediği," ileri sürülerek itiraz edilmiştir.
Anılan raporun değerlendirilmesi sonucu, gerek çalışma günü kaybı, gerekse çalışma
gücü kaybına bağlı maddi zararın hesabı mahkememizce de hukuka ve usulüne uygun
bulunup davalı idare itirazına itibar edilmemiştir.
Sonuç olarak davacılardan; G.Tolga Demiralp"in
30.264,81.YTL maddi zarara uğradığı, ancak mahkemeler taleple bağlı olduğundan,
15.000.YTL maddi tazminat talebinin kabulü gerektiği kanaatine varılmış olup,
anılan miktara idareye başvuru tarihi olan 18/5/1998 tarihinden itibaren yasal
faiz yürütülmesi gerekmektedir.
Manevi tazminat talebine gelince, davacılardan
G.Tolga Demiralp"in belden aşağısının felç olup, sonda ile ve tekerlekli
sandalyeye mahkum yaşadığı tartışmasızdır. 16 yaşında kolej öğrencisi olan bir
kişi için anılan durumun derin bir elem ve ızdırap sebebi, hatta yaşama istek
ve hevesini törpüleyen bir durum olduğu kuşkusuzdur. Bu durumun, aynı şekilde
sürekli çocuğun sondasını değiştirmek için okula giden ve orada sağlıklı
çocuklar yanında kendi çocuğunun durumunu gören, anne-baba için de geçerli
olduğunun kabulü gerekir. Bu sebeple davacılar içinde, manevi zararın oluştuğu
sabittir. Manevi zararın miktarına gelince, doktrinde uygulamada kabul gören
ilkeye göre manevi tazminat elem ve ızdırabı bastırmaya dönük bir tatmin aracı
olup, taraflardan birinde zenginleşme diğerinde fakirleşme sebebi olamaz. Bu
açıklama ışığında, manevi tazminat taleplerini değerlendirecek olursak;
Davacı G.Tolga Demiralp ile Metin Demiralp
için davalı idareye yapılan müracaatta her biri için 2.000.YTL istendiği halde,
dava dilekçesinde G.Tolga Demiralp için 5.000.YTL, Metin Demiralp için 2.500.YTL
istenilmektedir. Davalı idareye başvuru aynı zamanda çıkarılmak istenen
uyuşmazlığın somutlaştırılması olup, yargı yerine yapılan başvuruda da, bu
miktarla sınırlı talepte bulunmak gerekir. Bu durumda uyuşmazlığın anılan
davacıların herbiri için 2.000.YTL üzerinden görülmesi gerekmektedir. Bu rakam
ise yukarıda açıklanan manevi tazminatla ilgili ilkelere aykırı olmayıp G.Tolga
Demiralp ve Metin Demiralp"in herbiri için 2.000.YTL manevi tazminat talebinin
kabulü, fazlaya ilişkin taleplerinin reddi gerekmektedir.”
19. Anılan kararın temyizi üzerine her ne kadar Danıştay 10.
Dairesi, İlk Derece Mahkemesi kararının maddi tazminata ilişkin kısmı hakkında
bozma kararı vermiş ise de başvurucunun karar düzeltme talebi sonucunda
Danıştay 15. Dairesi, 15/5/2013 tarihli E.2013/3230, K.2013/3404 sayılı
ilamıyla bozma kararını kaldırarak Konya 1. İdare Mahkemesince verilen kararın
onanmasına karar vermiştir.
20. Anılan karar 14/9/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ
edilmiştir.
3. Başvurucu Tarafından
İlgili Doktor Aleyhine Hukuk Mahkemesinde Açılan Tazminat Davasına İlişkin
Süreç
21. Başvurucu 29/4/2003 tarihinde, felç olması ve bakıma muhtaç
kalmasında kusuru bulunduğundan bahisle Doktor M.B. aleyhine maddi ve manevi
tazminat davası açmıştır.
22. Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Sağlık Bakanlığı aleyhine
Konya 1. İdare Mahkemesinin E.2005/353 sayılı dosyasında açılan tam yargı
davasının sonucunun beklenmesine karar vermiştir.
23. Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, 27/12/2013 tarihli ve
E.2003/388, K.2013/923 sayılı kararıyla davanın husumet nedeniyle reddine karar
vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
"...Davacı, davalının çalıştığı Konya
Numune Hastanesinde muayene olmuştur. Bu muayenelerde davalının kusurlu olduğu,
gerektiği gibi ilk müdahalenin yapılmadığı, davalının kasıtlı davranarak
davacının felç olmasına sebebiyet verdiği iddia edilmektedir. Dosyanın
incelenmesinde; davalı gerçek kişilerin kusur tazminatı sorumluluğu,
davalıların çalıştığı kurumun da kusur sorumluluğuna dayanmaktadır. Kişisel
kusur, görevi ihmal nedenlerine dayanarak hizmetin yürütülmesi esnasında
ilgililerin zarar görmesi nedeni ile açılan tazminat davaları adli yargıda
görülmekte idi. Buna mukabil idare aleyhine açılan davada ise dava idari
yargıda görülmekte idi. Ne var ki Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 30/05/2011
tarih, 2010/6764 esas, 2011/6100 karar sayılı ilamı ile görev hususunda önceden
beri yapılan uygulamalar değişmiştir. Bu kararda Yargıtay, kamu görevlilerinin
veya bunların kullandığı araç ve gereçlerin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı
kamu hizmetinin yerine getirildiği sırada kişilerin zarar görmesi halinde
meydana gelecek kusurun kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturacağını,burada
kamu görevlisinin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmenin kesinlikle
mümkün olmayacağını, kamu görevlisinin kusurunun da hizmet kusuru olacağını, bu
nedenle kamu görevlilerinin kasti kusurlarından dolayı aleyhine dava
açılabileceğini kabul edilmesinin mümkün olamayacağını, ancak kamu idaresi
aleyhine dava açılabileceğini, kamu görevlisi hakkında açılan davaların husumet
yokluğu nedeni ile reddine karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu durumda
davalı M.B. hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine karar vermek
gerekmiştir..."
24. Başvurucunun anılan kararı temyiz etmesi üzerine Yargıtay 4.
Hukuk Dairesi, 15/5/2014 tarihli ve E.2014/6727, K.2014/7964 sayılı ilamıyla
İlk Derece Mahkemesi kararını onamıştır.
25. Başvurucunun karar düzeltme talebi de Yargıtay 4. Hukuk
Dairesinin 4/11/2014 tarihli ve E.2014/11224, K.2014/14488 sayılı ilamıyla
reddilmiştir.
26. Bu karar, 5/12/2014 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ
edilmiş; başvurucu 29/12/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
4. Sağlık Bakanlığı Tarafından İlgili Doktor
Aleyhine Hukuk Mahkemesinde Açılan Rücu Davasına İlişkin Süreç
27. Sağlık Bakanlığı tarafından 7/11/2001 tarihinde, Konya 3.
Asliye Hukuk Mahkemesinde Konya 1. İdare Mahkemesi kararı uyarınca ödenmiş olan
miktarların hizmet kusuru bulunduğundan bahisle rücuen doktor M.B."den tahsili
talebiyle adı geçen doktor aleyhine alacak davası açılmıştır.
28. Konya 3. AsliyeHukuk Mahkemesinin 26/1/2016 tarihli ve
E.2001/1033, K.2016/45 sayılı kararıyla, davacı idarenin Ankara 12. İcra
Müdürlüğünde başvurucu tarafından başlatılan icra takibi nedeniyle 7/5/2001
tarihinde başvurucuya 43.104,27 TL tazminat ve faiz, 20/4/2001 tarihinde
yargılama gideri olarak 954,19 TL ödediğinin tespit edildiği belirtilmiştir.
29. Anılan kararda, rücu şartlarının oluştuğu gerekçesiyle
davanın kabulü ile M.B"nin tespit edilen 43.104,27 TL"nin 7/5/2001 tarihinden,
954,19 TL"nin 20/4/2001 tarihinden, ıslah ile ek olarak istenen 551,68 TL"nin
28/9/2001 tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davacı
idareye ödemesine hükmedilmiştir.
30. Söz konusu karar10/2/2016 tarihinde M.B tarafından temyiz
edilmiş olup temyize ilişkin yargılama devam etmektedir.
B. İlgili Hukuk
1. İlgili Mevzuat
31. Anayasa"nın 40. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Kişinin, resmî görevliler tarafından vâki haksız işlemler sonucu
uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan
ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır. "
32.Anayasa"nın 125. maddesinin yedinci fıkrası şöyledir:
“İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle
yükümlüdür."
33. Anayasa"nın 129. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:
"Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin
yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları,
kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun
olarak, ancak idare aleyhine açılabilir."
34.657 sayılı Kanun’un "Kişilerin
uğradıkları zararlar" kenar başlıklı 13. maddesinin birinci
fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları
zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili
kurum aleyhine dava açarlar. .. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele
rücu hakkı saklıdır.”
35. 1/8/1998 tarihli ve 23420 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
Hasta Hakları Yönetmeliği’nin (Yönetmelik) “Müracaat,
Şikâyet ve Dava Hakkı” kenar başlıklı 42. maddesi şöyledir:
“Hastanın ve hasta ile ilgili bulunanların, hasta haklarının ihlali
halinde, mevzuat çerçevesinde her türlü müracaat, şikayet ve dava hakları
vardır.”
36. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun “Doğrudan doğruya tam yargı
davası açılması” başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş
olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka
süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden
itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine
getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi
halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek
hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği
tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.
Görevli olmayan adli ve askeri yargı
mercilerine açılan tam yargı davasının görev yönünden reddi halinde sonradan
idari yargı mercilerine açılacak davalarda, birinci fıkrada öngörülen idareye
başvurma şartı aranmaz.”
37. Yönetmelik’in “Sağlık
Kurum ve Kuruluşlarının Sorumluluğu” kenar başlıklı 43.
maddesişöyledir:
“Hasta haklarının ihlali halinde, personeli istihdam eden kurum ve
kuruluş aleyhine maddi veya manevi veyahut hem maddi ve hem de manevi tazminat
davası açılabilir.
Ancak, aleyhine dava açılacak merciin kamu
kurum ve kuruluşu olması halinde;
a) 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu"nun 12 nci maddesine göre; hakkın bir idari işlem dolayısı ile ihlal
edilmesi halinde ilgililer, doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam
yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu
davanın karara bağlanması üzerine dava açma süresi içerisinde tam yargı davası
açabilirler.
b) Aynı Kanun"un 13 üncü maddesi uyarınca,
zarar verici eylemin öğrenildiği tarihten itibaren en geç bir yıl içinde maddi
ve manevi tazminat olarak istenilen tazminat miktarı ayrı ayrı gösterilerek
idareye müracaat edilmesi ve talebin açıkça veya zımnen reddi halinde kanuni
süresi içinde idari yargı mercilerinde dava açılması gerekir.”
38. Yönetmelik’in “Devlet
Memuru veya Diğer Kamu Görevlisi Personelin Sorumluluğu” kenar
başlıklı 44. maddesi şöyledir:
“Bu Yönetmelik"te gösterilmiş olan hasta haklarının fiilen
kullanılmasına mani olan veya bu hakları başka şekilde ihlal eden personelin,
cezai, mali ve inzibati sorumluluklarının tamamı veya bunlardan bir kısmı
doğabilir.
Birinci fıkrada belirtilen sorumluluklar
haricinde, ihlalin durumuna göre, personeli istihdam eden kurum ve kuruluş
tarafından personel hakkında uygulanacak idari tedbir ve müeyyideler saklıdır.”
39. Yönetmelik’in “Kamu
Personelinin Sorumluluğunu Tespit Usulü” kenar başlıklı 45. maddesi
şöyledir:
“Kamu kurum ve kuruluşlarında görevli personelin, hasta haklarını ihlal
eden fiil ve halleri, şikayet halinde veya idarece kendiliğinden tespit
edildiğinde, hadisenin takibi, soruşturulması ve gerekir ise müeyyideye
bağlanması için doğrudan valiliklerce veyahut Bakanlık veya personelin görevli
olduğu kurumlar tarafından müfettiş veya muhakkik görevlendirilir.”
40. Yönetmelik’in “Kamu
Personeli Hakkındaki Müeyyideler” kenar başlıklı 46. maddesi
şöyledir:
“Hasta haklarının Devlet memuru veya diğer kamu görevlisi personel
tarafından ve görevleri sırasında herhangi bir şekilde ihlali halinde
uygulanacak müeyyideler aşağıda gösterilmiştir:
a) Kamu görevlisi olan personelin fiilinin
niteliğine göre, soruşturmacı tarafından hakkında disiplin cezası teklif
edilmiş ise, mevzuatın öngördüğü disiplin cezaları yetkili amir veya kurullarca
usulüne göre takdir edilir.
b) Hak ihlali aynı zamanda ceza hukukuna göre
suç teşkil ettiği takdirde, memur olan personel hakkında, Memurin Muhakematı
Hakkında Kanunu Muvakkat hükümlerine göre yapılan soruşturma sonucunda lüzum-u
muhakeme kararı verilir ise, dosya cumhuriyet başsavcılığı"na gönderilerek ceza
davası açılması ve böylece personel hakkında fiiline uygun bulunan cezai
müeyyidenin tatbiki sağlanır.
c) Anayasa"nın 40 ıncı maddesinin ikinci
fıkrası, 129 uncu maddesinin beşinci fıkrası ve 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu"nun 13 üncü maddesi ve ilgili diğer mevzuat uyarınca, memurların ve
diğer kamu görevlilerinin hukuki sorumluluğu doğrudan doğruya memur aleyhine
açılacak dava yolu ile gerçekleştirilemez. Dava, 43 üncü maddede gösterilen
usule göre, ancak idare aleyhine açılabilir. Bu personelin hukuki
sorumluluğunun doğması, idare aleyhine açılacak dava neticesinde tazmin kararı
verilmesine bağlıdır.
Kamu görevlisi personelin verdiği zarar,
mahkeme kararı üzerine idare tarafından tazmin edildikten sonra, müsebbibi olan
sorumlu personele rücu edilir.
d) Kamu görevlisi personelin mesleklerini
resmi görevleri dışında serbest olarak icra etmekte iken işledikleri fiillerden
dolayı haklarında 47 nci maddeye göre işlem yapılır.”
41. Yönetmelik’in “Kamu
Görevlisi Olmayan Personelin Sorumluluğu” başlıklı 47. maddesi
şöyledir:
“Hasta haklarının Devlet memuru veya diğer kamu görevlisi olmayan
personel tarafından herhangi bir şekilde ihlali halinde uygulanacak müeyyideler
aşağıda gösterilmiştir:
a) Kamu görevlisi olmayan personel; hakları
ihlal edilen hastanın doğrudan vaki olacak şikayeti üzerine veya bu fiillerin
başka şekilde tespiti halinde Bakanlık veya başka kurum ve kuruluşlar
tarafından yapılan bildirim üzerine, bunların özel kanunlara göre kurulmuş olan
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları haysiyet divanlarınca disiplin
cezaları ile cezalandırılabilir.
b) Kamu görevlisi olmayan personelin hasta
haklarını ihlallerinden doğan hukuki sorumlulukları, genel hükümlere göre
doğrudan doğruya kendilerine veya bunları çalıştıran kurum ve kuruluşlara karşı
veya hem kendilerine ve hem de çalıştıranlara karşı birlikte dava açılarak
ileri sürülebilir.
c) Kamu görevlisi olmayan personel hakkında,
ceza hukukuna göre suç teşkil eden fiilleri sebebiyle cezai müeyyideler tatbik
edilmesi, genel hükümlere göre doğrudan doğruya cumhuriyet savcılıklarına
yapılacak ihbar veya şikâyet yoluyla gerçekleştirilebilir.”
2. İlgili Yargı Kararları
42. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu"nun 3. maddesinde "Her türlü
idarî eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı
vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine yahut kişinin ölümüne
bağlı maddî ve manevî zararların tazminine ilişkin davalara asliye hukuk
mahkemeleri bakar. İdarenin sorumluluğu dışında kalan sebeplerden doğan aynı
tür zararların tazminine ilişkin davalarda dahi bu hüküm uygulanır. 30/1/1950
tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri saklıdır." hükmü
düzenlenmiş, anılan hükmün Anayasa"ya aykırı olduğu ileri sürülerek iptali
istenilmiştir.
43. Anayasa Mahkemesi 16/2/2012 tarihli ve E.2011/35, K.2012/23
sayılı kararıyla söz konusu hükmü iptal etmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili
kısmı şöyledir:
“Anayasa Mahkemesinin daha önceki kimi kararlarında da belirtildiği
üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa"da adlî ve idarî yargı ayrımına
gidilmiş ve idarî uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle
Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle, genel olarak idare hukuku alanına
giren konularda idarî yargı, özel hukuk alanına giren konularda adlî yargı
görevli olacaktır. Bu durumda idarî yargının görev alanına giren bir
uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasakoyucunun
mutlak bir takdir hakkının bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Ancak, idarî
yargının denetimine bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümü, haklı
neden ve kamu yararının bulunması halinde yasakoyucu tarafından adlî yargıya
bırakılabilir.
Dava konusu kuralla, sadece kişinin vücut
bütünlüğüne verilen maddi zararlar ile buna bağlı manevi zararların ve ölüm
nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmini konusu kapsama alınmakta ve
bu tazminat davalarına bakma görevi asliye hukuk mahkemelerine verilmektedir.
Buna göre, aynı idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer
sebeplerden kaynaklanan zararlar kapsama alınmadığından, sorumluluk sebebi aynı
olsa da bu zararların tazmini davaları idari yargıda görülmeye devam edecek, bu
durumda, idarenin aynı yapı içinde aldığı kararın bir bölümünün idarî yargıda
bir bölümünün adlî yargıda görülmesi yargılamanın bütünlüğünü bozacaktır. Ayrıca
iki ayrı yargı kolunda görülen davalarda, idarenin sorumluluğu, bu sorumluluğun
kapsamı, idarenin tazmin yükümlülüğü konularında farklı sonuçlara
ulaşılabilecektir.
Esasen idare hukukunda var olan hizmet kusuru
ve kusursuz sorumluluk kavramları, kişilerin gördüğü zararların tazmininde
kullanılan ve kişilerin idare karşısında korunma kapsamını genişleten
kavramlardır. İdare hukukunda, idarenin hiçbir kusuru olmasa da sosyal risk,
terör eylemleri, fedakârlığın denkleştirilmesi gibi kusursuz sorumluluğa ilişkin
kavramlara dayanılarak kişilerin uğradığı zararların tazmin edilmesi mümkündür.
Özel hukuk alanındaki kusursuz sorumluluk halleri ise belirli konular için
düzenlenmiş olup sınırlıdır. İdarenin idare hukuku esaslarına dayanarak tesis
ettiği tartışmasız bulunan eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer
sebeplerden kaynaklanan zararlara ilişkin davaların idarî yargı yerlerinde
görülmesi gerektiği kuşkusuzdur. Bu nedenle, yukarıda belirtildiği gibi aynı
idari eylem, işlem veya sorumluluk sebebinden kaynaklanan zararların tazminine
ilişkin davaların farklı yargı yerlerinde görülmesinde kamu yararı ve haklı
neden olduğu söylenemez.
6100 sayılı HMK’nun "Ölüm veya Vücut
Bütünlüğünün Yitirilmesinden Doğan Zararların Tazmini Davalarında Görev"
başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrasının ilk cümlesi olan "Her türlü idari eylem ve
işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut
bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine yahut kişinin ölümüne bağlı
maddi ve manevi zararların tazminine ilişkin davalara asliye hukuk mahkemeleri
bakar" cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE; birinci cümlesinin
iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan ikinci ve üçüncü cümlelerinin de
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun’un 43. maddesinin 4 numaralı fıkrası gereğince iptaline karar veril[miştir].”
44. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27/3/2015 tarihli ve
E.2013/4-1533, K.2015/1099 sayılı kararı şöyledir:
“…Hukuk
Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği
anlaşıldıktan ve6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu"na eklenen "Geçici 3.madde" atfıyla uygulanmakta
olan 1086 sayılı H.U.M.K.nun 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü
gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan
sonra gereği görüşüldü:
Dava;
kamu görevlisi doktorun yetkilerini kullanırken, kusuru sonucu verdiği zarardan
kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacılar vekili, müvekkillerinin desteği N.
O."un 28/08/2005 tarihinde aniden rahatsızlandığını ve yakınları tarafından
Ortaca Devlet Hastanesi Acil servisine kaldırıldığını, hastanın sürekli baş
ağrısı, uyku hali ve mide bulantısı şikayetleri ile Acil Servis doktoru
davalıya müracaat edildiğini, davalının dini konulara eğilimi olan “mutaassıp”
kişiliğe sahip olduğu, bu nedenle alkollü olduğunu düşündüğü hastaya ön yargılı
yaklaştığını, davalıdan ambulansla Muğla’ya sevkinin yapılmasını istemelerine
rağmen yapılmadığını, hastayı kendi imkanları ile Muğla merkeze götürdüklerini,
ancak davalının kusuru nedeniyle hastanın sevkinin geciktiğini ve ambulans
verilmediği için Muğla’da yapılan müdahalelerin sonuçsuz kaldığını bu nedenle hastanın
yaklaşık 2 ay boyunca yapılan tedaviye cevap vermeyerek 05/11/2005 tarihinde
vefat ettiğini, davacıların murislerinin desteğinden yoksun kaldıklarını, ölüm
nedeni ile büyük acı ve ızdırap duyduklarını bildirerek fazlaya ilişkin talep
ve dava hakları saklı kalmak kaydı ile her bir davacı için 1.000,00 er TL
maddi, 25.000,00 er TL manevi tazminatın haksız fiil tarihinden itibaren
işleyecek en yüksek banka faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar
verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili; müvekkilinin üzerine düşen tüm
görevleri yerine getirdiğini, pratisyen hekim olarak muristeki rahatsızlığı
tespit etmesinin mümkün olmadığını, yapılan idari soruşturmada müvekkiline
atfedilecek bir kusur bulunmadığı için soruşturmaya yer olmadığına karar verildiğini
bildirerek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, Adli Tıp Kurumu 1.İhtisas Kurulunun
raporu ile ölüm olayında davalının kişisel kusuru bulunmadığının tespit
edildiği gerekçesi ile davanın reddine dair verilen karar, davacılar vekilinin
temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş,
mahkemece, eldeki davanın, doktor olan davalının mutaassıp kişiliği nedeniyle
hastaya alkollü olduğunu düşünerek ön yargılı davrandığı ve ambulans tahsis
etmediği, bu nedenle desteklerinin öldüğü iddiasıyla açıldığı, davada davalının
hizmet kusuruna dayanılmadığıgerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, davacılar vekili tarafından
temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık; eldeki davanın kamu görevlisinin
hizmet kusurundan mı kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, burada varılacak
sonuca göre; davalıya husumet yöneltilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında
toplanmaktadır.
Öncelikle, kamu görevlisi doktorun eyleminden
sorumluluğuna ilişkin yasal düzenleme, kavram ve kurumlar irdelenmelidir:
Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin
düzenlemeler öncelikle Anayasa olmak üzere ilgili kanunlarında yer almaktadır.
2709 sayılı T.C.Anayasası’nın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlıklı
40.maddesinin Ek fıkrası (03/10/2001-4709 S.K./16. m.); “…Kişinin, resmi
görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna
göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı
saklıdır.” hükmünü içermektedir. İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen “Yargı
Yolu” başlıklı 125.maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesi: “İdarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”; son fıkrası da “İdare,
kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” şeklindedir.
Kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını
düzenleyen 129.maddesinin birinci fıkrasında: "Memurlar ve diğer kamu
görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla
yükümlüdürler.” Anılan maddenin beşinci fıkrasındaki düzenleme uyarınca; “Memurlar
ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan
doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun
gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir."
Anayasa’nın bu hükümleri ile amaçlanan, memur
ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerinikullanırken kusurlu davrandıklarından
bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek,
kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara
uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü
daha yüksek olan devlet gibi bir sorumluyu muhatap kılarak kamu düzenini
korumaktır.
Bu Anayasal hükümlere paralel düzenleme 657
sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun, 12.05.1982 tarih ve 2670 sayılı Kanun’un
6.maddesi ile değişik, 13.maddesinde de yer almaktadır. 657 sayılı Kanun’un
13.maddesinin 3657 sayılı Kanun ile değişik birinci fıkrasında; "Kişiler kamu
hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu
görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava
açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya
muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili personel
tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat
sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel
hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır." hükmü öngörülmüştür.
Görülmektedir ki, Anayasa"nın 40/3, 125/son ve
129/5.maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; "memurlar ve
diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davalarının, ancak rücu edilmek şartı ile idare aleyhine
açılabileceği" açıkça ifade edilmiştir.
Diğer taraftan uyuşmazlığın çözümünde
Anayasa’nın 129/5.maddesinde yer alan "yetkilerini kullanırken işledikleri
kusur" ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır
ki, bu noktada “kusur” ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır.
Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır.
Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre; kusur, hukuk düzenince
kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken
ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır.
Kısacası; kusur, genel tanımıyla, hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının
kınanması olup; bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden
beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır.
Yine, öğreti ve uygulamadaki hakim görüşe
göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal (taksir) olmak üzere
ikiye ayrılacağı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun
bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle
birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve
gereken özenin gösterilmemesidir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.12.2003 gün
ve 2003/11-756 E., 2003/743 K. sayılı ilamı). İdare hukuku ilkeleri
çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında,
hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel
kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu
nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen
ilkelerindendir (Danıştay 10.Daire T. 20.04.1989 gün ve 1988/1042 E.; 1989/857
K. sayılı ilamı).
Yeri gelmişken “yetkilerini kullanırken” ve
“bu görevleri yerine getiren personel” kavramlarıyla amaçlananın ne olduğu
üzerinde de durulmalıdır: Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da, zararın,
memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından “görevini yerine getirirken” ve
“görevle ilgili yetkilerini kullanırken” gerçekleştirilmiş olmasıdır. Şu halde
“görevin ifası” “yetkinin kullanılması” ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel
(görevsel) bir bağ bulunmalı; zarar, kamu görevi (kamu yetkisi) yerine
getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır. Memur ve diğer
resmi görevlileri kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi
olarak, özel hukuk hükümlerine göre özel işlerini yaparken üçüncü kişilere
verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur (Fikret Eren, Borçlar
Hukuku Genel Hükümleri, 10.Bası, İstanbul 2010, s. 590 vd.).
Öte yandan, kamu görevlisinin, hizmet içinde
veya hizmetle ilgili olmak üzere tutum ve davranışının suç oluşturması ya da
hizmeti yürütürken ağır kusur işlemesi veya düşmanlık, siyasal kin gibi kötü
niyetle bir kişiye zarar vermesi halinde dahi bu durum, aynı zamanda yönetimin
gözetim ve iyi eleman seçme yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle hizmet
kusuru da sayılmalı ve bu nedenle açılacak dava idareye yöneltilmelidir.
Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki,
kişilerin uğradığı zararla, zarara sebebiyet veren kamu personelinin yürüttüğü
görev arasında herhangi bir ilişki kurulabiliyorsa, ortada görevle ilgili bir
durum var demektir ve bu tür davranışlar kasten veya ihmalen işlenmesine
bakılmaksızın, kamu personelinin hizmetten ayrılamayan kişisel kusurları olarak
ortaya çıkmakta ve bu husus, 657 sayılı Kanun’un 13’üncü maddesindeki
“kişilerin kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlar”
ibaresinde ifadesini bulmaktadır.
Diğer taraftan, Anayasa’nın 129/5.maddesinde
“kusur” şartından bahsedildiğine göre yetkisini kullanan memurun veya kamu
görevlisinin işlediği eylemin kasten mi yoksa ihmalen mi gerçekleştirdiğine
bakılmaksızın bu eylemlerinden doğan davaların ancak idare aleyhine açılması
gerektiğinin kabulü zorunludur.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
26.02.2014 gün ve 2013/4-579 E. 2014/155 K.; 30.01.2013 gün ve 2012/4-729 E.
2013/163 K.; 12.12.2012 gün ve 2012/4-523 E. 2012/1191 K.; 10.10.2012 gün ve
2012/4-441 E. 2012/710 K. ile 01.02.2012 gün ve 2011/4-592 E. 2012/25 K.,
19.11.2014 gün ve 2013/4-1120 E., 2014/922 K. sayılı ilamlarında da aynı
ilkeler kabul edilmiştir.
Bu ilkeler ışığında somut olay
değerlendirildiğinde; davacıların doktor olan davalının mutaassıp kişiliği
nedeniyle hastaya alkollü olduğundan bahisleön yargılı şekilde yaklaştığı, bu nedenle
ambulans tahsis etmediği ve desteğin ölümüne neden olduğu belirterek ve davalı
doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açtıkları anlaşılmaktadır.
Davacıların bu iddiası,
içerikçe davalı doktorun görevi sırasında ve yetkisini kullanırken işlediği bir
kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin ihmaline
dayanmaktadır. Hal böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel
kusuruna dayanılmadığına, eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve
hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu
görevlisine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise, dava idare aleyhine açılıp,
husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir. Bu nedenle, yerel mahkemece
açıklanan yönler gözetilerek, davalı doktor hakkındaki davanın husumet yokluğu
nedeni ile reddedilmesi gerektiği gözetilmeyerek işin esasının incelenmiş
olması usul ve yasaya aykırıdır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında
bir kısım üyeler, Anayasa’nın 129/5.maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu’nun 13/1.maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin
yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan
tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen
biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabileceği, idare aleyhine
böyle bir davanın açılabilmesinin, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem
ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlı olduğu, kamu
görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu
güvenceden yararlanma olanağı bulunmadığını, buna göre dava dilekçesinde
belirtilen maddi olgulardan davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığının da
anlaşılması karşısında mahkeme kararının onanması gerektiği yönünde görüş beyan
etmiş iseler de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu
tarafından kabul edilmemiştir.
O halde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen
Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul
ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. ”
45. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve
E.2011/4-592, K.2012/25 sayılı kararı şöyledir:
“Dava, desteğin yanlış tedavi sonucu öldüğü
iddiasına dayalı tazminat istemine ilişkindir. Uyuşmazlık; kamu görevlisi
doktorun eylemi nedeniyle açılan eldeki tazminat davasında husumetin adı geçen
doktora yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Davacı taraf, davalı doktorun görevi sırasında
kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan hastaya müdahalede
bulunmayıp, dış gebelik olan başka bir hastayla ilgilendiği; böylece,
dikkatsizlik ve tedbirsizliği nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu
iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmışlardır.
...gerek Anayasa, gerekse Devlet Memurları
Kanunu’nda yer alan düzenlemelerin, memur ve
kamu görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı; daha sonra ilgilisine
rücu edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna giderek, mağdura zararını
daha iyi bir şekilde giderecek bir muhatap ve tereddütsüz bir yargı yolu
sağladığı; bugüne kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali
sorumluluğunuçözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmiş
olmasının yerinde olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun
tamamen idare ile memur arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu; öte
yandan, Anayasa’nın 129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine
getirirken veya yetkilerini kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma altına
girip girmeyeceğine ilişkin olarak da, yasanın “kusur” ifadesi kullanması
karşısında eylemin kasten veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın idarenin
sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza mahkemesinde yargılanmasının hatta
ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı, bunun da ancak rücu davasında dikkate
alınacağı; sonuçta, memur ve kamu görevlisinin görevi sırasında hizmet
araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun
kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak
davanın idare aleyhine açılması gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur
ve kamu görevlisinin yaptığı iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde
ise bu eylemden memurun kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak
davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlisi veya memur aleyhine
açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
Davalının görevi dışında kalan kişisel
kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin
görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde
bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlisine değil, idareye
düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye
yöneltilmesi gerekir. Mahkemece, davalı doktor hasım gösterilerek açılan
davanın husumet yokluğu nedeni ile reddedilmesi hukuka uygundur.”
46. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 7/9/2015 tarihli ve
E.2015/8773, K.2015/9479 sayılı kararı şöyledir:
“Davacı, ameliyat için yattığı
hastanede doktor olan davalının kendisini muayene etmek bahanesi ile odasına
götürerek cinsel saldırıda bulunduğunu belirtmiş, bu eylem nedeniyle uğramış
olduğu maddi ve manevi zararının giderilmesini istemiştir. Davalı,
davanın reddedilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, kamu görevlisi doktor olan
davalının eyleminin hizmet kusuru niteliğinde olduğu, Anayasam. 129/5’e göre
memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri
kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare aleyhine açılabileceği gerekçesiyle
davanın husumet yönünden reddine karar verilmiştir.
Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı
Devlet Memurları Yasası’nın 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan
zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve
yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir.
Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp; idari
yetkilerin kullanılma alanı ile, eş anlatımla, idari işlem ve eylem niteliğini
yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde (fiili
yol); kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu güvencesinden yararlanma olanağı
bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının cinsel saldırıda bulunduğu şeklinde
iddia edilen eylem açıkça kişisel kusur oluşturur ve kamu görevi ile
ilişkilendirilemez. Bu iddiaya dayanan davaların, Anayasa m. 129/5 kapsamında
değerlendirilmesi de mümkün değildir. Şu durumda, işin esasının incelenmesi ve
sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, mahkemece yazılı gerekçe ile
davanın husumet nedeniyle reddedilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı
gerektirmiştir.”
47. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/10/2007 tarihli ve
E.2007/4-640, K.2007/725 sayılı kararı ise şöyledir:
“(…Davacı, davalının yanlış tedavi uygulaması
nedeniyle eşinin ölümüne neden olduğunu ileri sürmüş; mahkemece, davanın Sağlık
Bakanlığı’na karşı açılması gerektiği; davalıya husumet yöneltilemeyeceği
gerekçe gösterilerek yazılı şekilde karar verilmiştir.
‘Anayasa m. 129/5’de, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare
aleyhine açılabileceği benimsenmiştir. Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp;
idari yetkilerin kullanılma alanı ile eş anlatımla, idari işlem ve eylem
niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde;
kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu güvencesinden yararlanma olanağı
bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının tanı ve tedavide hatalı davrandığı
ileri sürülerek tazminat isteminde bulunulmuştur. Şu durumda, açıkça kişisel
kusura dayanılmıştır. O nedenle, Anayasa m.129/5 hükmünün göz önünde
tutulabilmesi söz konusu değildir. Mahkemece, işin esasının incelenmesi;
davalının kişisel kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması ve sonucuna
göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle, yazılı şekilde karar
verilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir’ gerekçesiyle bozularak
dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece
önceki kararda direnilmiştir.
…
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve
kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve
özellikle,Anayasanın 129/5 maddesi gereğince memurların ve diğer kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen zararlara ilişkin
davaların idare aleyhine dava açılabilmesinin, eylemin hizmet kusurundan kaynaklanmış
olması koşuluna bağlı bulunmasına; dava dilekçesinde sıralanan maddi olguların
davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığını göstermesi karşısında öncelikle
bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp değerlendirilerek sonuca
varılmasının gerekmesine; Hukuk Genel Kurulu’nun 15.11.2000 gün ve 2000/4-1650
E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E. 2001/643 K.; 29.03.2006 gün ve
2006/4-86 E. 2006/111 K.; 20.09.2006 gün ve 2006/4-526 E. 2006/562 K. Sayılı
ilamlarında da aynı ilkenin vurgulanmış olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca
da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda
direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
48. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 15/10/2015 tarihli
ve E.2014/1989, K.2015/3546 sayılı kararı şöyledir:
“Anayasanın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolunun açık olduğu belirtildikten sonra son fıkrasında, idarenin
kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme
bağlanmıştır.
İdare kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle
nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve
işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru
veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. İdarenin
yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya
işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya eksiklik şeklinde
tanımlanabilen hizmetkusuru; hizmetin kötüişlemesi, geç işlemesi veya hiç
işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün
doğmasına yol açmaktadır.
Ayrıca, kamu görevlilerinin idari bir tasarruf
yaparken, mevzuatın, üstlenilen ödevin ve yürütülen hizmetin kural, usul ve
gereklerine aykırı olarak, kendilerine izafe edilebilecek boyutta ve biçimde,
ancak yine de resmi yetki, görev ve olanaklarından yararlanarak, yaptıkları
eylem ve işledikleri kusurları, idareden ayrılamamaları nedeniyle görevle
ilgili olarak işlenen "görev kusuru" niteliğinde hizmet kusurunu
oluşturmaktadır.
...
Davada tazmini istenilen zararı doğuran
Defterdar Yardımcısı olan kamu görevlisinin, Hazineye ait taşınmazları belli
bedeller karşılığında sahte tapu senedi vermek suretiyle satması olayında,
sürecin işleyişi, kullanılan makam, olanak ve araçlar dikkate alındığında, kamu
görevlisinin eylemiyle, kamu hizmetinin birbirinden ayrılabildiğinden ve idare
ajanının suç niteliğindeki eylemlerinin hizmetle irtibatının kesildiğinden söz
etmeye olanak bulunmamaktadır... görev kusuru niteliğinde hizmet kusuru
nedeniyle davacının meydana gelen zararlarınındavalı idarece tazminine karar
verilmesi gerekir...”
49. Danıştay 10. Dairesinin 29/9/1999 tarihli ve E.1998/3989,
K.1999/4364 sayılı kararı şöyledir:
“Olaynedeniyleyapılancezayargılamasısonunda,ölümesebepolan
jandarmatimkomutanıtamkusurlubulunarak,dikkatsizlikveönlemsizlik
nedeniylecezalandırılmıştır.Ancakbudurumun davalı idarenin sorumluluğunu
ortadan kaldırmayacağı sadece idareye sözkonusu kişiye rücu etme imkanı
vereceği açıktır.
Zira bir kamu görevlisinin görev sırasında
hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlere ilişkin kişisel
kusurunsuçniteliğitaşısabile, hizmet kusuru oluşturacağı idare hukukunun
bilinen ilkelerindendir. Jandarma tim komutanının idari faaliyetle ilgili bir
görev sırasında davacıların yakınlarının ölümüne neden olması hizmetin kusurlu
işletildiğini göstermektedir. Davalıidareninaçıklananhizmet kusuru nedeniyle
davacıların uğradığı zararı tazmin etmesi gerekmekte(dir).”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
50. Mahkemenin 26/10/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
51. Başvurucu, 1997 yılında geçirdiği trafik kazasının ardından
kaldırıldığı hastanede gerekli tıbbi hizmetlerin kendisine sunulmaması sonucu
ellerini ve ayaklarını kullanamaz, üriner sistemini kontrol edemez hâlde ve
tekerlekli sandalyeye bağlı olarak hayatını devam ettirmek zorunda kaldığını,
bu nedenle devletin gerekli tıbbi hizmetleri sunmayarak üzerine düşen pozitif
yükümlülüklere aykırı davrandığını, felçli kalmasına sebep olan doktor aleyhine
2003 yılında açtığı tazminat davasının yaklaşık 11 yıl sürmesi nedeniyle makul
sürede sonuçlandırılamadığını, ayrıca söz konusu davada hem İlk Derece
Mahkemesi hem de Yargıtay kararlarının gerekçeden yoksun olduğunu belirterek Anayasa"nın
17., 36., 37., 38., 39. ve 40. maddelerinde güvence altına alınan haklarının
ihlal edildiğini ileri sürmüş;800.000 TL manevi tazminata hükmedilmesi, yeniden
yargılama yapılmasına karar verilmesi, bu isteme alternatifolarak 500.000 TL
maddi tazminat verilmesi taleplerinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
52. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun temel olarak maddi ve manevi
varlığında meydana gelen zararda idarenin yanı sıra görevli doktorun da kusuru
bulunduğu, idari yargıda açılan davayla sorumlu idare olan Sağlık Bakanlığının
tazminat ödemesi sağlandığı ancak ilgili doktorun ceza davasının affedildiği
gibi doktora karşı hukuk mahkemesinde açtığı tazminat davasının usulden reddi
nedeniyle herhangi bir yaptırımla karşılaşmasının önüne geçildiğinden, Mahkeme
ve Yargıtay kararlarının gerekçesiz olduğundan vedoktor aleyhine 2003 yılında
açtığı tazminat davasının yaklaşık 11 yıl sürmesi nedeniyle makul sürede
sonuçlandırılamadığından şikâyet ettiği anlaşılmaktadır.
53. Başvurucunun trafik kazası sonucunda el ve ayaklarını
hareket ettiremez şekilde felç olduğu ve hayatını tekerlekli sandalye
yardımıyla sürdürdüğü anlaşılmıştır. Söz konusu durumun başvurucunun maddi ve
manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı üzerinde ağır etkiler doğurduğu
açıktır. Başvurucu yaşam hakkının ihlal edildiğini de ileri sürmüştür. Ancak
geçirdiği trafik kazası nedeniyle vücut bütünlüğü zarargörmüş olup tıbbi
müdahaleyi yapan doktorun doğrudan bir eylemi nedeniyle engellilik durumu söz
konusu değildir. Ayrıca söz konusu kazanın olduğu tarihte düzenlenen sağlık
raporlarında başvurucunun hayati tehlikesinin bulunmadığı belirtilmiş olmasına
göre olayda ölüm riski veya yaşamın tehdit altında olması
durumlarıbulunmamaktadır. Başvurucunun temel olarak maddi ve manevi varlığında
meydana gelen zarara ilişkin gerekli tıbbi teşhis ve tedavinin yapılmasında
kusuru bulunan doktorun sorumlu tutulmasını talep ettiği görülmektedir.Buna
göre başvurucunun iddialarının yaşam hakkı kapsamında değil ancak Anayasa’nın
17. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi
varlığını koruma hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
54. Başvurucunun adil yargılanma hakkına ilişkin iddiaları ise
gerekçeli karar ve makul sürede yargılanma hakları kapsamında incelenmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
a.Kişinin Maddi ve Manevi Varlığını Koruma
Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
55. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
56. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin (Sözleşme) “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar
başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı
gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak
müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu
güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir”
57. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmekte olup bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve
geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı
kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile
bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına
karşılık gelmektedir (Sevim Akat Eşki,
B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 30).
58. Anayasa’nın 17. maddesinin amacı esas olarak bireylerin
maddi ve manevi varlığına karşı devlet tarafından yapılabilecek keyfî
müdahalelerin önlenmesidir. Devletin ayrıca vücut ve ruhsal bütünlüğe yönelik
fiziksel ve cinsel saldırılar, tıbbi müdahaleler, şeref ve itibarı etkileyen
saldırılar karşısında kişilerin maddi ve manevi varlığını etkili olarak koruma
ve saygı gösterme şeklinde pozitif yükümlülüğü de bulunmaktadır (Adnan Oktar (3), B. No: 2013/1123,
2/10/2013, § 32)
59. Söz konusu pozitif yükümlülük sağlık alanında yürütülen
faaliyetleri de kapsamaktadır. Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, devletin “herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini
sağlamak (…) amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet
vermesini” düzenleyeceği ve bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki
sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine
getireceği kurala bağlanmıştır (İlker Başer
ve diğerleri, B. No: 2013/1943, 9/9/2015, § 44).
60. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sözleşme"nin 8.
maddesi kapsamında incelenen tıbbi hata neticesinde bireylerin vücut
bütünlüğünün zarar görmesine ilişkin başvurularda Sözleşme"nin 2. maddesinde
yer alan yaşam hakkı yönünden tanınan güvencelerin benzer şekilde uygulanması
gerektiğini kabul etmektedir (Trocellier/Fransa,
B. No: 75725/01, 5/10/2006, § 4; Vasileva/Bulgaristan,
B. No: 23796/10, 17/3/2016, § 63).
61. Bu çerçevede öncelikle devletin; yasal çerçeveyi oluşturmak
suretiyle hem kamu hem de özel sağlık kuruluşlarının, hastalarınmaddi ve manevi
varlıklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirleri almalarını sağlaması
gerekmektedir (Nail Artuç, B. No:
2013/2839, 3/4/2014, § 35).
62. İkinci olarak tıbbi hata sonucunda hastaların maddi ve
manevi varlığın zarara uğraması durumunda ise devletin sorumluların ortaya
çıkması için etkili bir inceleme yapılmasını temin etmesi yani kişilerin
gerektiğinde uygun giderim elde edebilecekleri bir mekanizmanın kurulmasını
sağlaması gereklidir (Vasileva/Bulgaristan,
§ 63).
63. Maddi vemanevi varlığın ihlaline kasten sebebiyet verilmemiş
ise "etkili bir yargısal
sistem kurma" yönündeki pozitif yükümlülük her olayda mutlaka ceza davası
açılmasını gerektirmez. Mağdurlara hukuki, idari ve hatta disiplinle ilgili
hukuk yollarının açık olması yeterli olabilir (Serpil
Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 59).
64. Bu şekildeki bir kabul, bu tür olaylarda yürütülen ceza
soruşturmalarının Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmeyeceği anlamına
gelmemektedir. Ancak ilke olarak tıbbi ihmallere ilişkin şikâyetler konusunda
temel başvuru yolu, hukuki sorumluluğu tespit adına takip edilecek olan hukuk
veya idari tazminat davası yoludur (Nail
Artuç, § 38).
65. Somut olayda başvurucunun felçli kalması ile ilgili olarak
kullanabileceği birden fazla hukuki yol bulunmaktadır. Bu kapsamda başvurucu,
yaşanan olay hakkında bir ceza soruşturması başlatılmasını ve kusurlu olan
personel hakkında kamu davası açılmasını yetkili Cumhuriyet Başsavcılığından
talep edebilir. İkinci bir yol olarak ise başvurucu, yaşanan olayda hizmet
kusuru bulunduğu gerekçesiyle ilgili kamu idaresi aleyhine idari yargıda tam
yargı davası açabilir. Nitekim başvurucunun babasının Sağlık Bakanlığına
şikâyeti üzerine başvurucunun ilk tedavisini yapan Doktor M.B. hakkında 1/8
oranında aylıktan kesme disiplin yaptırımı uygulanmasının yanı sıra ceza davası
açılmış; Konya 6. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 25/12/2000 tarihli ve
E.1999/1974, K.2000/2118 sayılı kararla davanın 4616 sayılı Kanun uyarınca
kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine hükmedilmiştir.
Bunun yanı sıra başvurucu, Sağlık Bakanlığı aleyhine Konya 1. İdare
Mahkemesinde tam yargı davası açmıştır. Bu dava sonucunda Konya 1. İdare Mahkemesi
28/9/2007 tarihli kararıyla gerekçesi yukarıda belirtildiği üzere (bkz. § 18)
olayda, adı geçen doktorun gerek muayene ve teşhisteki özensizliği gerekse
boyunluksuz olarak hasta sevkine izin vermesi sebebiyle hizmet kusuru oluştuğu
sonucuna varmış; başvurucu lehine talebiyle bağlı olarak 15.000 TL maddi ve
2.000 TL manevitazminatın idareye müracaattarihi olan 18/5/1998 tarihinden
itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar vermiştir.
66. Ayrıca başvurucu 29/4/2003 tarihinde, Doktor M.B. aleyhine
de Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası
açmıştır.Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, kararda Yargıtayın değişen içtihadına
atıfta bulunarak kamu görevlilerinin veya bunların kullandığı araç ve
gereçlerin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı kamu hizmetinin yerine
getirildiği sırada kişilerin zarar görmesi hâlinde meydana gelecek kusurun kamu
kurumunun hizmet kusurunu oluşturacağı, istikrar kazanmış içtihat bağlamında burada
kamu görevlisinin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmenin
kesinlikle mümkün olmayacağı, kamu görevlisinin kusurunun da hizmet kusuru
olacağını, bu nedenle kamu görevlilerininkusurlarından dolayı ancak kamu
idaresi aleyhine dava açılabileceği gerekçesiyle davalı M.B. hakkında açılan
davanın husumet nedeniyle reddine karar vermiştir.
67. Bu durumda somut olayın koşulları çerçevesinde sorulması
gereken soru, Anayasa"nın 17. maddesi kapsamında devletin sahip olduğu
"etkili bir hukuk sistemi kurma" yönündeki pozitif yükümlülüğün
anılan hukuki çarelerden herhangi biri ile yerine getirilip getirilmediğidir
(Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Anna
Todorova/Bulgaristan, B. No: 23302/03, 24/5/2011, § 74; Nurettin Demir ve Çiçek Demir/Türkiye, B.
No: 34885/06, 13/11/2012, § 71).
68. Başvurucu vücut bütünlüğünde meydana gelen zarardan idarenin
yanı sıra görevli doktorun da sorumlu olduğunu, bu yüzden doktorun da tazminat
ödemesi gerektiğini ileri sürmekle birlikte hukukumuzda kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan dolayı kişilere zarar verilmesi hâlinde
tazminat davalarının ilgili kamu görevlisine karşı değil idare aleyhine
açılacağı, idarenin ilgili personele rücu edebileceği benimsenmiştir (bkz. §
43-49).
69. Anayasa"nın 40. maddesinin üçüncü fıkrasında "Kişinin, resmî görevliler tarafından vâki
haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir.
Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır."
hükmü yer almakta olup maddenin gerekçesinde bu husus "İhlalden doğan zarar devletçe ödenecek ve
devlet, bu ödeme nedeniyle, sorumlu görevliye rücu hakkı vardır."
şeklinde belirtilmiştir.
70. Anayasa"nın 129. maddesinin beşinci fıkrasına göre"Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin
yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları,
kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun
olarak, ancak idare aleyhine açılabilir." Bu hüküm, kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri her türlü kusurdan
kaynaklanan tazminat davalarının muhatabının idare olduğunu açıkça ifade
etmektedir. Ancak kusurlarıyla idareyi zarara uğratan kamu görevlisinin
sorumluluğu ortadan kaldırılmamıştır. Anayasa"nın 129. maddesi uğranılan idari
zarar için sorumlu kamu görevlisine rücu edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Maddenin gerekçesinde bu husus "Kamu
hizmeti görevlilerinin görevleri ile ilgili olarak kusurlu eylem ve işlemleri
ile idareye verdikleri zarardan sorumlu olacakları ise esasen uygulanmakta olan
bir ilkenin tekrarıdır." şeklinde ifade edilmiştir.
71. Uyuşmazlık Mahkemesinin kararlarında belirtildiği gibi
Anayasa"nın 129. maddesinin beşinci fıkrası, hem kamu görevlilerinin gereksiz
davalarla karşı karşıya bırakılarak tedirgin edilmelerini engellemeyi ve kamu
hizmetlerinin sekteye uğratılmadan yürütülmesinin teminini hem de zarar
görenlerin memura göre ödeme gücü çok daha yüksek olan idareye karşı dava açmak
suretiyle zararlarını daha kolay telafi etmelerini sağlamayı amaçlamıştır.
(Uyuşmazlık Mahkemesi, E.1992/15, K.1992/18, 18/5/1992; E.1997/16, K.1997/15,
14/4/1997). Dolayısıyla idarenin, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken
işledikleri kusurdan doğan zararın tazmini ile yükümlü kılınmasının -kamu
görevlilerinin hükmedilen tazminat miktarını tam ve zamanında ödeyememe
ihtimali gözetildiğinde- davacıların zararının karşılanması bakımından bir
güvence niteliği taşıdığı da açıktır. Ayrıca Anayasa koyucunun, kamu
görevlisinin kusurunun niteliğine bakmaksızın bu kusurun ilgili kamu
görevlisine ait bir yetkinin kullanılması sırasında işlenmesini esas alması ve
kamu görevlilerinin söz konusu kusurlarından dolayı ancak idare aleyhine dava
açılabileceğini kabul etmesi, idare ile arasındaki rücu ilişkisi dolayısıyla
ilgili kamu görevlisinin hukuki sorumluluğunu da ortadan kaldırmamaktadır (AYM
E.2014/86, K.2015/109, 25/11/2015, § 115).
72. Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri her
türlü kusurdan kaynaklanan tazminat davalarının muhatabının idare olduğuna dair
kanuni düzenlemeler, Anayasa Mahkemesi tarafından daha önce de inceleme konusu
yapılmıştır. Bu kapsamda 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanunu"na eklenen 93/A maddesinin birinci fıkrasında yer alan "hakim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma
veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya
verdikleri her türlü karar nedeniyle ancak Devlet aleyhine tazminat davası
açılabileceği, kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine
dayanılarak da olsa hakim veya savcı aleyhine tazminat davası
açılamayacağı" hükmünü değerlendiren Mahkeme, "Kuralla, hakimler ve savcılar aleyhine
açılabilecek olan tazminat davalarının Devlete karşı açılması öngörülmüştür.
Tazminat sorumluluğunun özel olarak düzenlenmesi ve öncelikli olarak yargılama
faaliyetlerinden dolayı kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk
sebepleri olsa bile Devletin sorumlu tutulmasının nedeni, hakim ve savcıların
Anayasa"da belirtilen bağımsızlığını ve tarafsızlığını güvenceye almaya
yöneliktir. Zira hakim ve savcıların haklı ya da haksız olarak açılacak
tazminat davalarından dolayı maddi ve manevi baskı altında kalıp tarafsız ve
bağımsız olarak yargılama faaliyetinde bulunabilme iradesinden uzaklaşabilme
ihtimali bulunmaktadır. Bu ihtimalin bile yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını
zedeleyeceği açıktır. Anayasa"nın 129. maddesinin beşinci fıkrasında, memurlar
ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan
doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun
gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabileceği;
40. maddesinin üçüncü fıkrasında ise kişinin, resmi görevliler tarafından vaki
haksız işlemler sonucu uğradığı zararın, kanuna göre, Devletçe tazmin
edileceği, Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkının saklı olduğu
öngörülmüştür. Buna göre, Anayasal olarak memurlar ve diğer kamu görevlilerine
tanınan bu hakların bağımsızlık ve tarafsızlıkla görevlerini yürütmeleri
gereken hakim ve savcılara tanınmaması yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile
çelişir. Kaldı ki, zarar görenler açısından daha güvenli sayılabilecek ve ödeme
gücü yüksek olan Devletin tazminat sorumluluğunun kabulü zarara uğramış kişiler
için de bir güvence oluşturmaktadır. Diğer taraftan, Devletin, ödediği
tazminattan dolayı, tazminat davasına konu işlem, faaliyet veya kararla ilgili
olarak görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye
kullanan hâkim veya savcıya rücu edeceği de açıktır. Dolayısıyla kuralın,
ayrıcalıklı bir sınıf oluşturduğundan da söz edilemez. Açıklanan nedenlerle
dava konusu kural, Anayasa"nın 2. ve 10. maddelerine aykırı değildir. İptal
isteminin reddi gerekir." tespitlerine yer vermiştir (AYM,
E.2011/29, K.2012/49, 30/3/2012).
73. Yargıtay, 1/2/2012 tarihinden önceki içtihatlarında kamu
görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak üçüncü bir kişiye
zarar vermeleri hâlinde “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gitmiş ve kamu görevlisine karşı
kişisel kusuruna dayanılarak adli yargıda tazminat davası açılabilmesini kabul
etmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı için bkz. § 44). Yargıtay Hukuk
Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli kararları ile anılan içtihattan dönülmüş ve
kamu görevlilerinin mali sorumluluğunuçözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel
kusur” ayrımına gidilmesinin yerinde olmadığı, kamu görevlilerinin görevi
sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptıkları eylem ve işlemlere ilişkin
kişisel kusurlarının kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı,
bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması gerektiği, görev yapılan
yerde dahi olsa kamu görevlilerinin yaptıkları iş ile ilgisi olmayan eylemlerin
varlığı hâlinde ise bu eylemden kamu görevlilerinin kişisel olarak sorumlu
tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu
görevlileri aleyhine açılabileceği kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu kararı için bkz. § 45).
74. Kamu görevlilerinin görevi sırasında üçüncü bir kişiye zarar
vermeleri hâlinde tazminat davasının ancak idare aleyhine açılabilecek olması,
idarenin kamu hizmetlerinin kuruluşunda, işleyişinde, kamu personelinin
seçiminde, eğitilmesinde ve görevin yerine getirilmesi sırasında kamu personeli
üzerinde var olan denetim ve gözetim yükümlülüğünden kaynaklanmaktadır.
75. Yerleşik Danıştay içtihadı uyarınca
kamugörevlileriningörevlerini yerine getirirken mevzuatın, üstlenilen
ödevinveyürütülenhizmetinkural,usulvegereklerineaykırı olarak
kendilerineizafeedilebilecekboyutta ve biçimde ancak gene de resmî yetki, görev
ve olanaklardanyararlanarak,onlarıkullanarakhareketettikleri,bu nedenle de
idaresiyle bütünleştiği,idaresindenayrılmasınıönleyenve engelleyen görev
kusurları, sonuç olarak hizmetin yürütülmesisırasındaortaya
çıktığındanidareyönündende"hizmetkusuru"nu oluşturmaktadır. Başka bir
deyişle kamu görevlilerinin görev kusurları nedeniyle yürütülenkamuhizmeti
işlememekte, geç işlemekte ya da kötü işlemektedir (Danıştay 10. Daire,
E.1997/721, K.1999/5266,20/10/1999).
76. Bu nedenle hizmet içinde kişisel kusur olarak kabul edilen
durumların varlığı hâlinde dahi idareninhizmet kusuru ve dolayısıyla
sorumluluğu ortadan kalkmaz çünkü kişisel kusur işleyen kamu görevlisini seçen,
eğitmekle ve denetlemekle yükümlü olan idaredir. Dolayısıyla kamu görevlisinin
hizmet içindeki kişisel kusurlu davranışları, idarenin söz konusu görevlerini
yeteri kadar yerine getirmediğini gösterir. Bu sebeple kamu görevlisinin hizmet
içindeki kişisel kusuruna rağmen idarenin sorumluluğu söz konusudur (Danıştay
10. Daire, E.1998/3989, K.1999/4364,29/9/1999).
77. Bu kuralın istisnası ise kamu görevlilerinin görev
yerlerinde gerçekleşse dahi yaptıkları iş ile hiçbir ilgisi olmayan, kamu
göreviyle açıkça bağdaşmayan, kişisel olarak sorumlu tutulmalarını
gerektireneylemleri (bkz. § 42) işlemeleri durumu olup bu hâllerde eylem açıkça
kişisel kusur oluşturur ve kamu görevi ile ilişkilendirilemez. Bu iddiaya
dayanan davaların, Anayasa"nın 129. maddesi kapsamında değerlendirilmesi de
mümkün değildir. Bu hâllerde sadece eylemi işleyen kişiyekarşı adli yargıda
dava açılabilir.
78. Bireysel başvuru formu ve eklerinde sunulan bilgi ve
belgeler ışığında mevcut başvurunun koşulları incelendiğinde başvurucunun
yaşadığı olayın tıbbi değerlendirme hatasını aşan kasti bir tutumdan ya da çok
ağır bir ihmalden kaynaklandığını gösteren herhangi bir bulgu olmadığı,
doktorun gerekli ve yeterli önlemleri almayarak kusurlu davrandığı
söylenebilir. Başvurucu da görevli Doktor M.B.nin tıbbi uygulamadaki kusuru
nedeniyle tazminat istemiş olup kasıtlı bir eylem gerçekleştirdiği yönünde bir
iddia ileri sürmemiştir.Dolayısıyla başvuru konusu olayda kamu görevlisi
doktorun kusurunun hizmet içinde kişisel kusur olduğu, bunun aksine bir
tespitin mevcut olmadığı anlaşılmıştır. Buna göre Anayasa"nın 17. maddesi
bağlamında devletin sahip olduğu "etkili bir yargısal sistem kurma"
yönündeki pozitif yükümlülüğün somut olayda mağdura adli ya da idari yargı
mercileri önünde açabileceği bir tazminatı davası yolunun sağlanması ile yerine
getirilmiş olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
79. Bunun yanı sıra başvuru konusu olay, tıbbi hataya ilişkindir
ve tıbbi hata sonucu meydana geldiği iddia edilen zararlar nedeniyle hukuk veya
idare mahkemelerinde açılan tazminat davaları, hem ilgili personelin ve/veya
idarenin mesuliyetini saptayabilecek hem de gerektiği takdirde zararın
ödenmesini sağlayabilecek potansiyele sahip olduğundan başvurucunun
mağduriyetini giderebilecek niteliktedir (Saadet
Ergün ve diğerleri, B. No: 2013/4194, 14/10/2015, § 45)
80. İdari makamlar ve derece mahkemeleri tarafından,
başvurucular lehine bir tedbir ya da kararın alınması suretiyle ihlalin tespit
edilmesi ve verilen karar ile bu ihlalin uygun ve yeterli biçimde giderilmesi
hâlinde ilgili tarafın artık anayasal açıdan mağdur olduğu ileri
sürülemeyecektir. Bu iki koşul yerine getirildiği takdirde bireysel başvuru mekanizmasının
ikincil niteliği dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin inceleme yapmasına gerek
kalmayacaktır. Bu kapsamda Anayasa"nın 17. maddesine ilişkin şikâyetler
açısından gerektiğinde yürütülecek kapsamlı bir ceza soruşturmasını müteakip
yapılan ve makul bir tazminata hükmedilmesi ile sonuçlanan idari dava yolu,
mağdur sıfatını ortadan kaldırabilecek etkili bir başvuru yoludur (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, §§ 61, 74; Sadık Koçak ve diğerleri, B. No: 2013/841,
23/1/2014, § 83).
81. Mağdur sıfatının ortadan kalkması, özellikle ihlal edildiği
ileri sürülen hakkın niteliği ve ihlali tespit eden kararın gerekçesi ile bu
kararın ardından ilgili açısından uğradığı zararların varlığını devam ettirip
ettirmediğine bağlı bulunmaktadır. Başvuruculara sunulan telafi imkânının uygun
ve yeterli olup olmadığı kararı, söz konusu temel hak ve özgürlüğün ihlalinin
niteliği göz önünde bulundurularak dava koşullarının tamamının
değerlendirilmesi sonucunda verilebilecektir. Bu çerçevede bir başvurucunun
mağdur sıfatı, Anayasa Mahkemesi önünde şikâyet ettiği durum için aynı zamanda,
idari veya yargısal bir kararla kendisine ödenmesine karar verilen tazminata da
bağlı olabilecektir (Sadık Koçak ve
diğerleri, § 84).
82. Somut olayda açılan davalar bu kapsamda incelendiğinde;
başvurucu tarafından Sağlık Bakanlığı aleyhineaçılan tazminat davası sonucunda,
Konya1. İdare Mahkemesinin 28/9/2007 tarihlikararında açık bir şekilde idarenin
kusuru ortaya konularak ihlal tespitinin yapıldığı, buna dayalı olarak
başvurucu ve babasına uğradıkları maddi ve manevi zararın karşılığı olarak
-yargılama kapsamında alınan bilirkişi raporundan da yararlanılarak- toplam
19.000 TL maddi ve manevi tazminatın 18/5/1998 tarihinden itibaren hesaplanacak
yasal faiziyle birlikte ödenmesine hükmedildiği görülmektedir.
83. Anılan kararda bilirkişi tarafından verilen raporun hukuka,
ilmî verilere ve yerleşik içtihatlara uygun bulunduğu, bilirkişi raporu
doğrultusunda işlem yapıldığı, raporda başvurucunun maddi kaybının 30.264 TL
olarak belirtilmiş olmasına rağmen dava açıldığı sırada 15.000 TL maddi
tazminat talep ettiği, mahkemeler taleple bağlı olduğundan 15.000 TL maddi
tazminat ile başvurucunun ve yakınlarının olay nedeniyle duydukları acı ve
ızdırabı kısmen de olsa karşılayabilmek amacıyla olayın meydana geliş şekli,
tarihi, başvurucunun yaşı, statüsü, sosyal durumu, paranın alım gücü ve
işletilecek yasal faiz dikkate alınarak manevi tazminat verilmesi kabul
edilmiştir.
84.Sağlık Bakanlığı tarafından ilgili doktor aleyhine açılan
rücu davasında Asliye Hukuk Mahkemesince başvurucuya 7/5/2001 tarihinde
43.104,27 TL tazminat ve faiz, 20/4/2001 tarihinde yargılama gideri olarak
954,19 TL ödenmiş olduğu tespiti yapılmıştır.Davanın koşulları ve başvurucunun
uğradığı zararlar ile talebiyle bağlı olarak belirlenen tazminat miktarları
arasında açık bir orantısızlık bulunmadığı görülmektedir. Sonuç olarak Konya 1.
İdare Mahkemesinin kararında belirlediği tazminat miktarlarının Anayasa"nın 17.
maddesinin birinci fıkrasında yer alan maddi ve manevi varlığın korunması
hakkının sağladığı güvencelere uygun olduğu sonucunaulaşılmıştır.
85. Bu durumda başvuru konusu olayda Anayasa"nın 17. maddesinin
birinci fıkrasında yer alan maddi ve manevi varlığın korunmasına ilişkin
şikâyetler açısından başvurucunun ihlali tespit eden ve makul bir tazminata
hükmeden etkili dava yolundan yararlanmış olduğu anlaşıldığından bireysel
başvuru yapılmadan önce mağdur sıfatı ortadan kalkmış bulunmaktadır.
86. Açıklanan nedenlerle maddi ve manevi varlığını koruma hakkı
yönünden başvurucunun mağdur sıfatının bulunmadığı anlaşıldığından başvurunun
bu kısmının kişi bakımından yetkisizlik
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Adil Yargılanma Hakkı Kapsamında İleri
Sürülen İddialar
i. Gerekçeli Karar Hakkının İhlal Edildiğine
İlişkin İddia
87. Başvurucu, felçli kalmasına sebep olan doktor aleyhine 2003
yılında açtığı tazminat davasında hem İlk Derece Mahkemesi hem de Yargıtay
kararlarının gerekçeden yoksun olduğunu belirterek gerekçeli karar hakkının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
88. Anayasa’nın 36. ve 141. maddeleri gereği mahkemelerin her
türlü kararının gerekçeli olması gerekir. Ancak bu hak, yargılamada ileri
sürülen tüm iddialara ayrıntılı şekilde yanıt verilmesi gerektiği şeklinde
anlaşılamaz. Bu nedenle gerekçe gösterme zorunluluğunun kapsamı kararın
niteliğine göre değişebilir (Mehmet Yavuz, B.
No: 2013/2995, 20/2/2014, § 51). Kanun yolu incelemesi yapan merciin
yargılamayı yapan mahkemeyle aynı sonuca ulaşması ve bunu aynı gerekçeyi
kullanarak veya atıfla kararına yansıtması yeterlidir (Yasemin Ekşi, B. No: 2013/5486, 4/12/2013,
§ 57).
89. Somut olayda, yapılan yargılama sonunda İlk Derece
Mahkemesince başvurucunun talepleri hakkında değerlendirme yapılmış ve ilgili Yargıtay
kararlarına da atıfta bulunulmak suretiyle davasının usul yönünden
reddedilmesinin maddi ve hukuki nedenleri değerlendirilmiştir (bkz. § 23).
Kanun yolu incelemesi sonucunda verilen kararda, değerlendirme konusu hüküm ve
gerekçesinin uygun bulunduğu dikkate alındığında gerekçeli karar hakkına
yönelik bir ihlal olmadığının açık olduğu anlaşılmaktadır.
90. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının diğer kabul
edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
ii. Yargılamanın Makul
Sürede Tamamlanmadığına İlişkin İddia
91. Başvurucu, 2003 yılında açtığı tazminat davasının yaklaşık
11 yıl sürmesi nedeniyle Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı davada makul
sürede yargılama yapılmadığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini iddia etmiştir.
92. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
93. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir
hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar
verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz,
B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18) Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya
çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar,
Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da
unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme
yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı
ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM
içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara
Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını
oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve
mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul
sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması
gerektiği açıktır (Güher Ergün ve diğerleri,
B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
94. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması
gereken kriterlerdir (Güher Ergün ve
diğerleri, §§ 41-45).
95. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca
medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara
bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu olayda, kişinin vücut bütünlüğüne
verildiği ileri sürülen zarardan kaynaklanan maddi ve manevi tazminat davasının
söz konusu olduğu görülmektedir. Ayrıca6100 sayılı Kanun’da yer alan usul
hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve
yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğuna da kuşku yoktur (Güher Ergün ve diğerleri, § 49).
96. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak uyuşmazlığı
karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle
davanın ikame edildiği tarihtir. Somut başvuru açısından bu tarih
29/4/2003’tür.
97. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergün ve diğerleri, § 52). Bu kapsamda somut yargılama
faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme
talebinin Yargıtay 4. Hukuk Dairesince reddedildiği 4/11/2014 olduğu
anlaşılmaktadır.
98. Başvuruya konu olan yargılama sürecinin incelenmesinde
yargılamanın konusunun maddi ve manevi tazminat istemi olduğu, davanın
29/4/2003 tarihinde Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açıldığı, Mahkemenin
Sağlık Bakanlığı aleyhine İdare Mahkemesinin E.2005/353 sayılı dosyasında
açılan tam yargı davasının sonucunun beklenmesine karar verdiği, anılan davanın
sonuçlanması ile birlikte Mahkemenin27/12/2013 tarihli kararı ile davayı husumet
yönünden reddettiği, bu ret kararının Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 15/5/2014
tarihli ilamı ile onandığı, karar düzeltme isteminin ise aynı Dairenin
4/11/2014 tarihli ilamı ile reddedildiği, böylece İlk Derece Mahkemesi
kararının kesinleştiği belirlenmiştir. Buna göre davaya ilişkin yargılama
süresinin toplam 11 yıl 6 ay 6 gün olduğu anlaşılmaktadır.
99. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi
mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki
iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi
tarafından özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul
hükümlerinin nazara alınmadığı gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Güher Ergün ve diğerleri, §§ 34-64).
100. Başvuruya konu tazminat davasının incelenmesinde hukuki
meselenin çözümündeki güçlük, yargılamanın niteliği, maddi olayların
karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf sayısı gibi
kriterler dikkate alındığında davanın karmaşık olmaktan uzak olduğu
anlaşılmıştır. Başvurucunun tutum ve davranışlarıyla, usule dair haklarını
kullanırken özensiz davranmasıyla yargılamanın uzamasına sebep olduğu da
söylenemez. Dolayısıyla somut başvuru açısından daha önce verilen kararlar
dışında farklı karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı, söz konusu
11 yıl 6 ayı aşkın süre devam eden (29/4/2003-4/11/2014 tarihleri arasında)
yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
101. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun"un
50. Maddesi Yönünden
102. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2)
numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali
ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
103. Başvurucu, 800.000 TL manevi tazminata hükmedilmesi,
yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi; bu isteme alternatif olarak
500.000 TL maddi tazminat verilmesi taleplerinde bulunmuştur.
104. Mevcut başvuruda Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına
alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla
beraber tespit edilen ihlalle iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı
bulunmadığı anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat talebinin reddine karar
verilmesi gerekir.
105. Başvurucunun taraf olduğu davanın(11 yıl 6 ayı aşkın süre)
yaklaşık 12 yıllık yargılama süresi nazara alındığında başvurucuya yargılama
faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan
manevi zararı karşılığında takdiren net 20.670 TL manevi tazminat ödenmesine
karar verilmesi gerekir.
106. Kararın bir örneğinin bilgilendirme amacıyla Konya 2.
Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
107. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harçtan
oluşan toplam 206,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar
verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Kişinin maddi ve
manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Gerekçeli karar
hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın
açıkça dayanaktan yoksunluk nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA
3. Makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR
OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya net 20.670 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE,
tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 206,10 TL harçtan oluşan toplam 206,10 TL yargılama giderinin
BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesine
GÖNDERİLMESİNE,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
26/10/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.