Esas No: 2014/2871
Karar No: 2014/2871
Karar Tarihi: 27/10/2016
Anayasa Mahkemesinin bu kararı bireysel başvuru kararı olup kişisel veri içerme ihtimali bulunmaktadır. Her ne kadar yayınlamakta yasal bir sakınca bulunmasa da bunun kişilere zarar verme ihtimali karşısında bu kararı yayınlamıyoruz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
SEVGİ CANTEMÜR BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2014/2871) |
|
Karar Tarihi: 27/10/2016 |
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Engin
YILDIRIM |
Üyeler |
: |
Serdar
ÖZGÜLDÜR |
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
|
|
Recep
KÖMÜRCÜ |
|
|
M. Emin KUZ |
Raportör |
: |
Hüseyin
MECEK |
Başvurucu |
: |
Sevgi
CANTEMÜR |
Vekili |
: |
Av. İbrahim
EKER |
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, polis memurları hakkında kovuşturmaya yer olmadığına
karar verilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal
edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 24/2/2014 tarihinde Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi
vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit
edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 13/5/2014 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 9/2/2016 tarihinde, başvurunun kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın 21/3/2016 tarihli yazısıyla başvuru
hakkında görüş bildirilmeyeceği belirtilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
7. 1967 doğumlu olan başvurucu Diyarbakır’da ikamet etmektedir.
8. Başvurucu 27/11/2012 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet
Başsavcılığına şikâyet dilekçesi vererek 24/11/2012 tarihinde polis merkezinde
kötü muameleye maruz kaldığını ileri sürmüştür. Başvurucu 27/11/2012 ve
28/12/2012 tarihli Cumhuriyet Savcılığındaki ifadelerinde; 24/11/2012 tarihinde
saat 12.00 sıralarında Diyarbakır’da çarşıda dolaştığı sırada Şehitlik Polis
Merkezinden birinin telefon açarak ifade için karakola gelmesi gerektiğini
söylediğini, saat 15.00 sıralarında karakola gittiğinde kardeşleri A.K ve S.K.nin de polis merkezinde bulunduğunu, kardeşlerinin
kasten öldürme suçu şüphelisi olarak karakola getirildiklerini o anda
öğrendiğini, karakolun 2. katına çıktığında bir polis memurunun kız kardeşine
hakaret ettiğini ve tokat attığını gördüğünü, polis memuruna bu şekilde
kardeşinin ifadesini alamayacaklarını söylediğini, bunun üzerine iki polis
memurunun kendisini omzundan itekleyerek dışarı çıkardıklarını ancak kendisine
vurmadıklarını, dışarı çıkarırken elbisesini çekiştirmeleri nedeniyle iç
çamaşırlarının göründüğünü, polislerin kendisine küfrettiğini, dışarıda
bekleyen çocukları S.C. ve B.C.nin buna şahit
olduklarını, dışarı çıkartılırken kulübede nöbet tutan başka bir polis
memurunun da kendisine hakaret ettiğini, karakolda bir kamera gördüğünü, olayın
kamerayla kayıt edilmiş olabileceğini, bu polisleri fotoğraftan ya da canlı
olarak teşhis edebileceğini, olay nedeniyle vücudunda darp ve cebir izi
olmadığını söylemiştir.
9. Müştekiye [başvurucu] 3/1/2013 tarihinde yüzleştirme
yaptırılmış, başvurucu kendisiyle yüzleştirilen polis memurları M.S., F.T. ve A.K.den sadece F.T.yi
teşhis edebildiğini, F.T.nin nöbet kulübesinde
kendisine hakaret eden kişi olduğunu, A.K.nin
kendisini dışarı çıkartan polislerden birine benzediğini, ancak emin
olamadığını, diğer polis memuru M.S.yi ise
tanımadığını söylemiştir.
10. Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Şehitler Polis Merkez
Amirliğinden 24/11/2012 tarihinde 12.00 ile 17.00 saatleri arasındaki kamera
kayıtları talep edilmiştir. Polis Merkezinin 6/12/2012 tarihli tutanağı ile
kamera kayıt sisteminin 20/11/2012’den bu yana elektrik akımlarındaki sorunlar
nedeniyle çalışmadığı bildirilmiştir.
11. Şüpheli F.T. 22/1/2013 tarihinde Cumhuriyet Savcılığında
yaptığı savunmasında; olay günü nöbet kulübesinde bulunduğunu, Cinayet Büro
Amirliğinin bulunduğu kısımdan bir kadının bağırma sesini duyduğunu, o tarafa
doğru baktığında bir kadının polis memurlarına bağırdığını, cinayet bürosunda
görevli polis memuru C.nin yardım istemesi üzerine
yanlarına gittiğini, kadına dışarı çıkmasını söylediğini, buna karşılık kadının
kendisine “Üniforma giydin de adam mı oldun,
şerefsiz, içeride kız kardeşimi dövüyorlar, memursan git onlara engel ol.” şeklinde
hakaret ettiğini, bunun üzerine kolundan tutup çekerek kadını dışarıya
çıkarttığını, dışarıda kadının “Kimse beni
buradan dışarıya çıkartamaz.” diyerek cadde ortasında trafiği
engelleyecek şekilde kendini yere attığını, kadına hakaret etmediğini, C.
isimli polis memurunun olanları gördüğünü söylemiştir.
12. Başvurucunun teşhis edememesi nedeniyle diğer polis
memurları M.S. ve A.K.nin ifadesi alınmamıştır.
13. Başvurucunun kızı B.C. ve oğlu S.C. Cumhuriyet
Savcılığındaki 25/1/2013 tarihli beyanlarında; olay günü Şehitlik Polis Merkezinden
aramaları üzerine annesinin karakola gittiğini, annesi gecikince birlikte
karakola gitmeye karar verdiklerini, otobüsle giderken cadde üzerinde kalabalık
gördüklerini, polis memurlarından birinin annelerini kolundan tutarak caddeye
doğru fırlattığını gördüklerini, annelerinin de polise bağırıp çağırdığını,
otobüsten inmek isteyince şoförün inmelerine izin vermeyerek evlerine
bıraktığını, küfredildiğini duyduklarını, ancak kimin kime ne dediğini
bilmediklerini söylemişlerdir.
14. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının 25/2/2013 tarihli ve
Sor.2013/31506, K.2013/3600 sayılı kararıyla, müştekinin [başvurucu] iddiasını
ispatlayacak tanık beyanı ya da somut delil bulunmadığı gerekçesiyle şüpheliler
A.K., F.T. ve M.S. hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.
15. Bu karara başvurucu tarafından yapılan itiraz Batman 1. Ağır
Ceza Mahkemesinin 29/1/2014 tarihli ve 2014/188 Değişik İş sayılı kararıyla
reddedilmiştir. Ret kararının gerekçesi şöyledir:
“Diyarbakır C. Başsavcılığının soruşturma
dosyası, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararı ve itiraz dilekçesi birlikte
değerlendirildiğinde; müştekinin olay tarihinde karakolda görevli polis
memurları tarafından hakaret edildikten sonra dışarıya atıldığı iddiası ile
soruşturmaya başlanıldığı, müştekinin çocukları S. ve B.nin
alınan beyanlarında dışarıdan bağrışma sesleri geldiğini, ancak kimin kime ne
dediğini duymadıklarını beyan ettikleri, dinlenen şüphelilerin atılı suçu kabul
etmedikleri, olaya ilişkin kamera görüntüsü veya ses kaydının bulunmadığı,
teşhiste şüpheli F.yi teşhis ettiği, diğer
şüphelileri tam teşhis edemediği, şüphelinin müştekiyi kolundan tutarak karakol
dışına çıkardığını kabul ettiği, ancak hakaret etmediğini beyan ettiği, tüm
dosya kapsamında suçun işlendiğine dair yeterli delil bulunmadığı
anlaşıldığından müştekinin itirazının reddine karar [verilmiştir].”
16. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının 14/7/2016 tarihli
yazısıyla ret kararının başvurucuya tebliğ edilmediği bildirildiğinden
24/2/2014 tarihinde yapılan bireysel başvuruda süre aşımının bulunmadığı
anlaşılmıştır.
B. İlgili Hukuk
17. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125.
maddesi şöyledir:
“Hakaret
Madde 125. – (1) (8.7.2005 T. 5377 s. K. değ.)
Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir
fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve
saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası
ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için
fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.
…”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
18. Mahkemenin 27/10/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
19. Başvurucu, polis memurları tarafından karakol dışına
çıkarılırken iç çamaşırlarının görülmesine sebep olacak şekilde elbiselerinden
çektikleri ve hakaret ettikleri iddiasıyla yapmış olduğu şikâyet üzerine etkili
bir soruşturma yürütülmediğini, olay anını gösteren güvenlik kamerası
görüntüleri bulunmasına rağmen getirtilmediğini, Diyarbakır Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğini
belirterek adil yargılanma hakkı ve ayrımcılık yasağının ihlal edildiğini ileri
sürmüş, ihlalin tespitiyle şüpheliler hakkında kamu davası açılması ve tazminat
talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
20. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki tavsifi ile bağlı olmayıp, olay ve olguların hukuki nitelendirmesini
kendisi takdir eder(Tahir
Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, adil yargılanma
hakkı ile ayrımcılık yasağının ihlal edildiğini ileri sürmüş ise de
başvurucunun iddiaları, Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında incelenmiştir.
21. Başvuruya karşı Bakanlık tarafından görüş bildirilmemiştir.
22. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları
şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
...
Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse
insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.”
23. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmekte olup bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve
geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı
kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile
bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına
karşılık gelmektedir (Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 30).
24. Bir eylemin Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrası
kapsamına girebilmesi için asgari bir ağırlık düzeyine ulaşmış olması gerekir.
Bu asgari eşiğin aşılıp aşılmadığının belirlenmesinde her somut olayın
özellikleri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılması esastır. Bu bağlamda
muamelenin süresi, fiziksel ve manevi etkileri ile mağdurun cinsiyeti, yaşı ve
sağlık durumu gibi faktörler önem taşımaktadır (Tahir Canan, § 23). Değerlendirmeye alınacak bu unsurlara
muamelenin amacı ve kastı ile ardındaki saik de eklenebilir. Ayrıca kötü
muamelenin, heyecanın ve duyguların yükseldiği bir anda meydana gelip
gelmediğinin tespiti de dikkate alınması gereken diğer faktörlerdir (Cezmi Demir ve diğerleri, B.No: 2013/293, 17/7/2014, § 83).
Her somut olaydaki veriler ışığında, belirtilen ağırlık eşiğinin altında kalan
muamele ve eylemlerin diğer haklar kapsamında değerlendirilmesi mümkündür.
25. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından kötü
muamele, kişi üzerindeki etkisi gözetilerek derecelendirilmiş ve farklı
kavramlarla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü
fıkrasında geçen ifadeler arasında bir yoğunluk farkının bulunduğu
görülmektedir. Bir muamelenin “işkence” olarak nitelendirilip
nitelendirilmeyeceğini belirleyebilmek için anılan fıkrada geçen “eziyet” ve
“insan haysiyetiyle bağdaşmayan” muamele kavramları ile işkence arasındaki
ayrıma bakmak gerekmektedir. Bu ayrımın Anayasa tarafından özellikle çok ağır
ve zalimane acılara neden olan kasti insanlık dışı muamelelerdeki özel duruma
işaret etmek ve bir derecelendirme yapmak amacıyla getirildiği ve anılan
ifadelerin 5237 sayılı Kanun’da düzenleme altına alınmış olan “işkence”,
“eziyet” ve “hakaret” suçlarının unsurlarından daha geniş ve farklı bir anlam taşıdığı
anlaşılmaktadır (Cezmi Demir ve diğerleri,
§ 84).
26. Buna göre anayasal düzenleme bağlamında kişinin maddi ve
manevi varlığının bütünlüğüne en fazla zarar veren muamelelerin “işkence”
olarak belirlenmesi mümkündür (Tahir Canan,
§ 22). Muamelelerin ağırlığının yanı sıra, İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık
Dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler
Sözleşmesi’nin 1. maddesinde “işkence” teriminin özellikle bilgi almak,
cezalandırmak veya yıldırmak amacıyla ya da ayırımcı bir nedenle kasten ağır
acı veya ıstırap vermeyi kapsadığı belirtilerek, “kasıt” unsuruna da yer
verilmiştir (Cezmi Demir ve diğerleri,
§ 85).
27. “İşkence” seviyesine varmayan fakat yine de önceden
tasarlanmış, uzun bir dönem içinde saatlerce uygulanmış ve fiziki yaralanmaya
veya yoğun maddi veya manevi ıstıraba sebep olan insanlık dışı muameleler
“eziyet” olarak tanımlanabilir (Tahir Canan,
§ 22). Bu hallerde meydana gelen acı, meşru bir muamele ya da cezada kaçınılmaz
bir unsur olarak bulunan acının ötesine geçmelidir. İşkenceden farklı olarak “eziyet”te, ızdırap verme kastının
belli bir amaç doğrultusunda yapılması aranmaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
fiziksel saldırı, darp, psikolojik sorgu teknikleri, kötü şartlarda tutma,
kişiyi kötü muamele göreceği bir yere sınır dışı ya da iade etme, devletin
gözetimi altında kişinin kaybolması, kişinin evinin yok edilmesi, ölüm
cezasının infazının uzunca bir süre beklenilmesinin doğurduğu korku ve sıkıntı,
çocuk istismarı gibi muameleleri “insanlık dışı muameleler” olarak
nitelendirmiştir (İrlanda/Birleşik Krallık,
B. No: 5310/71, 18/1/1978,; Ilaşcu ve diğerleri/Moldova ve Rusya, [BD], B.
No: 48787/99, 8/7/2004, §§ 432-438; Soering/Birleşik Krallık, B. No: 14038/88, 7/7/1989, § 91; Jabari/Türkiye, B. No: 40035/98, 11/7/2000, §§
41-42; Giusto/İtalya, B. No: 38972/06, 15/5/2007). Bu nitelikleki muameleler Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü
fıkrası bağlamında “eziyet” olarak nitelendirilebilir (Cezmi Demir ve diğerleri, § 88).
28. Mağdurları küçük düşürebilecek ve utandırabilecek şekilde
kendilerinde korku, küçültülme, elem ve aşağılanma duygusu uyandıran veya
mağduru kendi iradesine ve vicdanına aykırı bir şekilde hareket etmeye
sürükleyen aşağılayıcı nitelikteki daha hafif muamelelerin ise “insan
haysiyetiyle bağdaşmayan” muamele veya ceza olarak tanımlanması mümkündür (Tahir Canan, § 22). Burada “eziyet”ten faklı olarak, kişi üzerinde uygulanan muamele,
fiziksel ya da ruhsal acıdan öte küçük düşürücü veya alçaltıcı bir etki
oluşturmaktadır (Cezmi Demir ve diğerleri,
§ 89).
29. Bir muamelenin bu kavramlardan hangisini oluşturduğunu
belirleyebilmek için her somut olay kendi özel koşulları içinde
değerlendirilmelidir. Muamelenin kamuya açık olarak yapılması onun aşağılayıcı
ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan nitelikte olup olmamasında rol oynasa da bazı
durumlarda kişinin kendi gözünde küçük düşmesi de bu seviyedeki bir kötü
muamele için yeterli olabilmektedir. Ayrıca muamelenin küçük düşürme ya da
alçaltma kastı ile yapılıp yapılmadığı dikkate alınsa da böyle bir amacın belirlenememesi,
kötü muamele ihlali olmadığı anlamına gelmeyecektir. Bir muamele hem insanlık
dışı/eziyet hem de aşağılayıcı/insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele
niteliğinde olabilir. Her türlü işkence, aynı zamanda insanlık dışı ya da
aşağılayıcı muamele oluştururken insan haysiyetiyle bağdaşmayan her aşağılayıcı
muamele insanlık dışı/eziyet niteliğinde olmayabilir. Tutulma koşulları,
tutulanlara yapılan uygulamalar, ayrımcı davranışlar, devlet görevlileri
tarafından sarf edilen hakaretamiz ifadeler, engelli kimselerin karşılaştığı
kimi olumsuz durumlar, kişiye normal olmayan bazı şeyleri yedirme içirme gibi
aşağılayıcı muameleler “insan haysiyetiyle bağdaşmayan” muamele olarak ortaya
çıkabilir (Cezmi Demir ve diğerleri,
B. No: 2013/293, 17/7/2014, § 90).
30. Bu tespitler ışığında somut olay incelendiğinde,
başvurucunun polis karakolundan telefonla davet edilmesi üzerine karakola
gittiğini, kardeşlerinin cinayet suçlamasıyla gözaltına alındığını öğrendiğini,
karakolda kardeşlerine hakaret ve tokat atıldığını görmesi üzerine polis
memurlarına bu şekilde ifade alamayacaklarını söylemesi nedeniyle karakoldan
zorla çıkarıldığını, , elbiseleri çekiştirildiğinden iç çamaşırı görülecek
şekilde açıldığını ve memurların kendisine hakaret ettiğini iddia ettiği
anlaşılmaktadır. Başvurucu tarafından iddia edilen eylemlerin fiziksel ve
manevi etkileri, süresi ve yoğunluk derecesi gibi unsurların değerlendirilmesi
neticesinde; belirtilen eylemin, kişilik haklarını ihlal ederek başvurucu
üzerinde fiziki ve ruhsal etkilerinin olması mümkün bulunmakla birlikte
Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında değerlendirilmesi için
gerekli olan asgari eşiği aştığı söylenemez.
31. Belirtilen nedenlerle başvurucunun şikâyetinin, Anayasa’nın
17. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen kişinin dokunulmazlığı, maddi ve
manevi varlığın korunması hakkı kapsamında değerlendirilmesi uygun görülmüştür.
32. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“… Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun
yollarının tüketilmiş olması şarttır.”
33. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar
başlıklı 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,
eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının
tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir”
34. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı
Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında, bireysel başvuruda
bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için
kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının
tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle
derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi
koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve
Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 26).
35. Ancak belirtilen hükümlerde yer verilen “olağan başvuru
yolları” ibaresinin, başvurucunun şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı
sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek nitelikte, kullanılabilir ve etkili
başvuru yolları olarak anlaşılması gerekmektedir. Ayrıca başvuru yollarını
tüketme kuralı ne kesin ne şeklî olarak uygulanabilir bir kural olup bu kurala
riayetin denetlenmesinde münferit başvurunun koşullarının dikkate alınması
esastır. Bu anlamda yalnızca hukuk sisteminde birtakım başvuru yollarının
varlığının değil, aynı zamanda bunların uygulama şartları ile başvurucunun
kişisel koşullarının gerçekçi bir biçimde ele alınması gerekmektedir. Bu
nedenle başvurucunun, kendisinden başvuru yollarının tüketilmesi noktasında
beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri
dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A.,
B. No: 2013/2355, 7/11/2013, § 28; Işıl Yaykır, B. No: 2013/2284, 15/4/2014, § 42).
36. Bireyin bedensel ve ruhsal bütünlüğü, Anayasa’nın 17.
maddesinde yer verilen “maddi ve manevi varlık” kapsamında yer almaktadır.
Devlet, bireylerin manevi varlığının bir parçası olan şeref ve itibara keyfî
olarak müdahale etmemek ve üçüncü kişilerin saldırılarını önlemekle yükümlüdür.
Ancak devletin, bireylerin maddi ve manevi varlığına yönelik olarak yapılan
müdahalelere karşı etkili mekanizmalar kurma çerçevesindeki pozitif
yükümlülüğü, tüm müdahale türleri açısından mutlaka cezai soruşturma ve
kovuşturma yapılmasını gerekli kılmaz. Belirtilen haksız müdahalelere karşı
bireyin korunması hukuk muhakemesi yoluyla da mümkündür. Nitekim bireylerin
maddi ve manevi varlığına yapılan müdahaleler için ülkemizde hem cezai hem de
hukuki koruma öngörülmüştür. Ancak hukukumuz açısından, somut başvuruya konu
eylemlere benzer eylemlerin içinde ceza hukuku anlamında suç teşkil eden fiillerin
yer alması durumunda, bu alandaki yaptırımlara tabi tutulma olanağı bulunmakla
beraber, özel hukuk anlamında bu tür fillerin tazminat davasına konu
edilebildiği görülmektedir. Belirtilen tazmin imkânının, kişinin kamu görevlisi
veya özel hukuka tabi bir hizmet sözleşmesi çerçevesinde görev yapması nazara
alınarak hem idari yargı hem de adli yargı alanında yer alan makamlarca
sağlandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bir bireyin, somut başvuruda belirtilen
fiillere benzer eylemlerden dolayı maddi ve manevi varlığına müdahale edildiği
iddiasıyla hukuk davası yoluna başvurarak daha etkin bir giderim sağlaması
mümkündür (Işıl Yaykır,
§ 43).
37. Hukuka veya sözleşmeye aykırı bir fiil nedeniyle başkasına
verilmiş olan zararın tazmin edilmesi yükümlülüğünü ifade eden hukuki
sorumluluk, ceza hukuku alanında suç olarak adlandırılan insan davranışına göre
daha geniş bir hukuka aykırı davranış grubunu kapsamaktadır. Bir eylemin suç
teşkil edebilmesi için ilgili kanunda açıkça tanımlanması gerekirken haksız
fiil için böyle bir sınırlamaya yer verilmemektedir. Ayrıca hukuki sorumluluk
alanında aynı maddi vakıalar çerçevesinde daha düşük bir ispat standardı
kullanılarak kişisel sorumluluğun söz konusu olabildiği anlaşılmaktadır. Bunun
yanı sıra hukuk sistemimizdeki ceza muhakemesinde şahsi hak iddiasında bulunma
imkânı ortadan kaldırılırken hukuki sorumluluk alanındaki tazmin yükümlülüğünün
asıl gayesinin, zarar görenin zararının telafi edilmesi olduğu dikkate
alındığında özellikle somut başvuruya konu ihlal iddiasına benzer uyuşmazlıklar
açısından, hukuki tazmin yolunun daha yüksek başarı şansı sunabilecek,
kullanılabilir ve etkili bir başvuru yolu olduğu anlaşılmaktadır (Işıl Yaykır, §
44).
38. Başvuruya konu olayda; polis karakolundan telefonla davet
etmeleri üzerine karakola giden başvurucunun iç çamaşırı görünecek şekilde zor
kullanılarak dışarı çıkarıldığı ve hakaret edildiği iddiaları bulunmakla
birlikte başvurucu tarafından -somut başvuru açısından daha etkili bir giderim
yolu olan- kamu görevlilerinin hukuka aykırı fiilleri nedeniyle tazminat davası
açma yoluna gidilmediği anlaşılmaktadır.
39. Yukarıda yer verilen tespitler çerçevesinde, manevi
varlığına ait unsurlara karşı yapıldığı iddia edilen müdahaleler ile ilgili
olarak başvurucu tarafından yalnızca ceza muhakemesi yoluna başvurulmuş olduğu
nazara alındığında Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için tüm
başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun yerine getirildiği söylenemez.
40. Açıklanan nedenlerle başvurunun başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen
maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiğine yönelik iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA
27/10/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.